Aller au contenu principal

Marcus Porcius Cato


Marcus Porcius Cato


Marcus Porcius Cato (MÖ 234, Tusculum-MÖ 149), Romalı devlet adamı, hukukçu ve hatip. Yaşlı Cato veya Bilge Cato diye de bilinir. Oldukça ahlakçı ve prensiplidir, bu yüzden Scipio ailesine tavırlı olmasıyla bilinir.

Kariyeri

MÖ 234 yılında Latium'un Tusculum bölgesinde doğmuştur. Plep sınıfından bir aileye sahipti. Çocukluğunu ve gençliğini doğa ile iç içe bu taşrada geçiren Cato; kıvrak zekası, yasalar hakkındaki bilgisi ve hitabet yeteneği ile kısa zamanda ilgi odağı olmuş, bir avukat olarak kabul görmüştür. Siyasi alandaki ilerleyişi ise kendisindeki cevheri gören patrici kökenli Lucius Valerius Flaccus sayesinde olmuştur. Bu vesileyle önemli bir siyasi kariyerin inşasına başlamıştır. İkinci Pön Savaşında askeri tribün olarak görev aldı. Marcus Porcius Cato, evvela MÖ 205'te atlı sınıfa seçildi (quaestor), MÖ 199'da aedile ve MÖ 198'de ise Sardinya'da praetor seçilmiştir ki, bu adı geçen şehirde vurgunculuk da denen fahiş faiz kazancıyla mücadele etmiştir. MÖ 195'te Flaccus ile birlikte konsül seçilmiştir ve Lex Oppia adlı kadınları kısıtlayıcı kanun ile lüks harcama miktarını sınırlayan yasayı nafile çabalarla engellemeye çalışıp başarısız olmuştur. Daha sonra Cato, geniş ve amansız bir sefer düzenlemek için yetkilendirildi ve İspanya'daki ayaklanmayı bastırdı, bu harekât sonucu merkezi otoriteyi sağlamak için yakın İspanya eyaletini kurdu. MÖ 191'de Manius Acilius Glabrio komutası altına atandı ve Thermopylae'deki bir savaşta Selevkos kralı III. Antiochus'u yendi. Kısa zaman sonra Scipio ailesinin destekçilerine yönelik ithamlarına komutanı Glabrio'yu dahil etmiştir. Politik anlamda saldırgan bir tavırla Lucius Scipio ve Scipio Africanus'un siyasi etkisini kırdı. MÖ 184'te iş arkadaşı Flaccus ile birlikte censorlük (denetçi) makamına seçilerek başarılarına devam etti. Censor Roma'daki nüfus kayıtları, ahlaki düzen ve bilirkişilik konularında görevli bir memurdu. Censor olarak yaptığı en önemli işler; mos majorum'u (ataların geleneği) korumak ve Roma'yı yozlaştıran bir etkiye sahip olduğuna inandığı Helen geleneğine karşı mücadele etmekti. Lüks tüketim malları için vergi koymakla kalmayıp senato üyeliklerinde yeniden değerlendirmeye gidip uygun olmayanları çıkardı. Vergi toplanması sırasındaki suistimallari araştırdı, kamusal binaların yapımına önem verdi ki, Basilica Porta (Roma'nın ilk sebze-meyve hali) onun döneminde yapıldı. Cato'nun censorlüğü oldukça etkin, sert ve marjinaldi; bu yüzden derin bir iz bıraksa da toplumdan fazla destek görmedi. Bu görevi sırasında çok fazla düşman kazanmıştı ve bunun bedelini de kendisini 44 kez mahkemelerde savunmak zorunda kalarak ödedi. Görevi sonrası bu ahlaki prensipleriyle ilgili vaazlar verdi ve özellikle kadınların ekonomik özgürlüğünü sınırlayan yasalardan yana tavır aldı. Cato, ömrünün son yıllarında çiftlik yöneticiliği, tefecilik ve borsa ile uğraştı ve aynı zamanda kitaplar da yazdı. MÖ 153'teki Kartaca elçiliği sırasında Roma'nın bu eski rakibinin küllerinden doğduğunu ve gelecek vadettiğini görüp Carthago delenda est yani Kartaca yıkılmalıdır deyişini şiar edindi ve her senato konuşması sonrası bunu ifade etti. İlginç şekilde Roma'nın Kartaca'ya savaş açtığı MÖ 149 yılını da görmüştü. Daha önce de ifade edildiği gibi Cato'nun Helen ve Scipio düşmanlığının altında plep bir aileden gelmesi yatıyor olabilir; ama ne olursa olsun prensip sahibi biriydi.

Eserleri

Cato'nun en önemli özelliklerinden biri de Latin edebiyatına yaptığı tartışmasız katkıdır. Bilge ve nüktedan biri olsa da tavırlarında kaba bir köylüyü andırıyordu. Plep kökenlerine bağlanabilecek bir tavır muhtemelen. Birçok kitap yazan, konuşmalarının çoğunu kaydeden biriydi; ancak bu konuşmaların salt yarısı hakkında parçalı bilgiler vardır. Eserlerinden günümüze yalnız De agricultura adlı kitabı tam olarak kalmıştır ve bu eser tam olarak korunmuş en eski Latince kitaptır. Tarımsal açıklamalar, küçük işletmelerin büyütülmesi ve hayvan otlatma ile ilgili ciddi bilgiler içermektedir. İlk Latince Roma tarihi Origines'in de yazarıdır. Tıp, hukuk, askeri bilimler vb. konularında da kitaplar yazmıştır.

  • De agri cultura ya da de re rustica
  • Origines
  • Orationes circa centum quinquaginta quarum nonnulla fragmenta subsistunt
  • De re militari
  • De lege ad pontifices auguresque spectanti
  • Praecepta ad Filium
  • Historia Romana
  • Carmen de moribus
  • Apophthegmata

Kaynakça

Dış bağlantılar

  • De agri cultura 2 29 Eylül 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Origines 7 Aralık 2006 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Orationum fragmenta


Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Marcus Porcius Cato by Wikipedia (Historical)


Alexandre Frota


Alexandre Frota


Alexandre Frota de Andrade (d. 14 Ekim 1963, Rio de Janeiro), Brezilyalı oyuncu, yönetmen ve eski modeldir.

1984 yılında Rede Globo televizyon kanalında yayınlanan çeşitli pembe dizi ve Brezilya ulusal sinemasında oynadığı filmlerle üne kavuştu. İlerleyen yıllarda Brezilya'da yayımlanan Casa dos Artistas ve Portekiz'de yayımlanan Quinta das Celebridades adlı reality şovlar ile adından söz ettirdi. G Magazine adlı yetişkin dergisine kısa aralıklarla çıplak poz veren Frota, 2004 yılında porno filmde oynayarak şaşkınlık yarattı. Brezilya'da ünlü bir oyuncunun pornoda yer alması ile bir ilk olmuştur. 2008 yılında bu konudaki pişmanlığını dile getiren Frota bir daha porno film çevirmeyeceğini açıklamıştır.

1986-1989 yılları arasında kendisi gibi bir oyuncu olan Claudia Raia ile evli kalmıştır. Yine bir oyuncu olan Andrea Oliveira yaptığı ikinci evliliği ise sadece birkaç ay sürmüştür. Samantha Lima Gondim ile yaşadığı kısa süreli birlikteliğinden Mayã Gondim Frota de Andrade adlı çocuğu dünyaya gelmiştir. 2011 yılında üçüncü evliliğini Fabiana Rodrigues ile yapmıştır.

2013 yılında biyografisi yayımlanmıştır.

Kaynakça

Dış bağlantılar

  • Twitter resmî hesabı 19 Aralık 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Facebook resmî sayfası
  • IMDB'de Alexandre Frota 13 Ekim 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • AEBN'de Alexandre Frota
  • IAFD'de Alexandre Frota 24 Eylül 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.

Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Alexandre Frota by Wikipedia (Historical)






Text submitted to CC-BY-SA license. Source: by Wikipedia (Historical)






Text submitted to CC-BY-SA license. Source: by Wikipedia (Historical)


Herson Capri


Herson Capri


Herson Capri Freire (d. 8 Kasım 1951), Brezilyalı aktördür.

Yaşamı ve kariyeri

8 Kasım 1951'de İtalyan kökenli bir ailenin çocuğu olarak Ponta Grossa, Paraná'da doğmuş 1978'de aktif oyunculuğa tiyatro ile başlamıştır. Sao Paulo Papalık Katolik Üniversitesi Ekonomi Bölümü'ndeki yüksek öğrenimini tamamlayıp mezun olmuştur. 1984 yılında Rede Globo Yayın Grubu ile kontrat imzalayıp çektiği televizyon filmi ve dizilerinde yer almaya başlamıştır.

Filmografi

Televizyon

  • 2014 - Em Família .... Ricardo
  • 2013 - Sangue Bom .... Plínio Campana
  • 2011 - Aquele Beijo .... Alberto Lemos de Sá
  • 2011 - Insensato Coração .... Horácio Cortez
  • 2010 - A Princesa e o Vagabundo .... Rei Lindolfo
  • 2008 - Negócio da China .... Adriano Fontanera
  • 2008 - Casos e Acasos .... Hugo
  • 2007 - Duas Caras .... João Vitor de Moraes (Joca)
  • 2006 - Cobras e Lagartos .... Otaviano Pacheco
  • 2004 - Como uma Onda .... Sandoval
  • 2004 - Sob Nova Direção (episode Seu Filho, Meu Tesouro) .... Rodolfo
  • 2004 - Um Só Coração .... Fernão Queirós Chaves
  • 2002 - Brava Gente (episode Entre o Céu e a Terra) .... Agenor
  • 2002 - Desejos de Mulher .... Diogo Valente
  • 2001 - Sítio do Picapau Amarelo .... São Jorge
  • 1999 - Vila Madalena .... Arthur
  • 1998 - Era Uma Vez .... Álvaro
  • 1996 - Anjo de Mim .... Marco Monterrey
  • 1995 - Explode Coração .... Ivan
  • 1994 - Tropicaliente .... Ramiro
  • 1993 - Renascer .... Teodoro
  • 1992 - Anos Rebeldes .... Comandante
  • 1992 - Teresa Batista .... Justo
  • 1991 - Felicidade .... Mário Silvano
  • 1990 - Meu Bem, Meu Mal .... Cláudio Venturini
  • 1990 - Riacho Doce .... Carlos
  • 1990 - A, E, I, O... Urca .... Michael
  • 1989 - Cortina de Vidro .... Frederico Stuart
  • 1989 - Tieta .... Lucas
  • 1988 - Olho por Olho .... Antônio Barjal
  • 1987 - O Outro .... Gabriel
  • 1985 - De Quina pra Lua .... Soares
  • 1984 - Partido Alto .... Sérgio
  • 1984 - Caso Verdade, Esperança .... Maurício
  • 1983 - Caso Verdade, O Homem sem Rosto .... Ivo
  • 1983 - Guerra dos Sexos .... Fábio Marino
  • 1982 - Elas por Elas .... Carlos
  • 1982 - Pic Nic Classe C .... Franco
  • 1982 - Maria Stuart
  • 1981 - Partidas Dobradas .... Dalmo
  • 1981 - O Fiel e a Pedra
  • 1981 - O Vento do Mar Aberto .... Onório
  • 1981 - Os Imigrantes .... Antonio di Salvio
  • 1980 - Um Homem Muito Especial .... Luiz
  • 1976 - Tchan! A Grande Sacada.... Bernardo
  • 1975 - Vila do Arco

Filmler

  • 2013 - Minha Mãe é uma Peça
  • 2011 - Não Se Preocupe, Nada Vai Dar Certo
  • 2010 - As Mães de Chico Xavier
  • 2005 - Quanto Vale ou É por Quilo?
  • 2003 - O Preço da Paz
  • 2001 - A Partilha
  • 2000 - Eu Não Conhecia Tururu
  • 1999 - O Dia da Caça
  • 1998 - Imagens Distorcidas
  • 1996 - O Guarani
  • 1991 - Manobra Radical
  • 1990 - O Escorpião Escarlate
  • 1985 - Kiss of the Spider Woman
  • 1980 - Ariella
  • 1979 - O Caçador de Esmeraldas
  • 1979 - A Noite dos Imorais

Tiyatro

  • 2010 - Conversando com mamãe
  • 2008 - A Noviça Rebelde
  • 2008 - Cartas de Amor
  • 2007 - Paixão de Cristo de Nova Jerusalém ... Poncio Pilatos
  • 2006 - Um Marido Ideal
  • 2005 - Triunfo Silencioso
  • 2004 - Trindade
  • 2003 - Anjos de Cara Suja
  • 2002 - Com a Pulga Atrás da Orelha
  • 2000 - Três Homens Baixos
  • 2000 - La Barca D’América
  • 1999 - Paixão de Cristo de Nova Jerusalém ... Jesus Cristo
  • 1998 - Paixão de Cristo de Nova Jerusalém ... Poncio Pilatos
  • 1995 - Abelardo, Heloísa
  • 1994 - Julio Cesar
  • 1993 - Gilda, Um Projeto de Vida
  • 1990 - Boca Molhada de Paixão Calada
  • 1988 - Ladrão Que Rouba Ladrão
  • 1987 - Fala Baixo Senão Eu Grito
  • 1986 - A Honra Perdida de Katarina Blum
  • 1984 - Um Casal Aberto mas non Troppo
  • 1982 - Pegue e Não Pague
  • 1979 - Sob o Signo da Discotéque
  • 1978 - Chuva e Caixa de Sombras
  • 1977 - A Morte do Caixeiro Viajante
  • 1977 - A Insólita Tragédia de Romeu Durbini
  • 1975 - Lição de Anatomia
  • 1974 - Dr. Zote e Ricardo III
  • 1972 - Teatro universitário na PUC-SP

Tiyatro yönetmeni

  • 2010 - Conversando Com Mamãe
  • 2008 - A Casa da Madrinha
  • 2007 - Eu Sou Minha Própria Mulher
  • 1999 - La Barca D’América

Özel yaşamı

Oyuncu Herson Capri iki evlilik yapmış bu beraberliklerinden 4 çocuğu; Laura (d. 1976), theatre director Pedro Freire (d. 1979), Lucas (d. 1998) ve Luiza (d. 2001) vardır. İlk eşi yönetmen Malu Rocha ile 1979'da evlenip 1989'da ayrılmışlardır. Kendisi doktor olan Susana Garcia ile 1996'dan günümüze evlidir. Capri 1999'da akciğer kanserine yakalanıp tedavi sonrası iyileşmiştir.

Ödülleri ve başarıları

Serro Azul Baron rolünü canlandırdığı "The Price of Peace" adlı filmdeki gösterdiği performanstan dolayı "Baron Serro Azul Ödülü" 'ne aday gösterildi.

Kaynakça

Dış bağlantılar

  • IMDb'de Herson Capri

Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Herson Capri by Wikipedia (Historical)


Aydınlanma Çağı


Aydınlanma Çağı


Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar. Aynı zamanda Arapça eserlerin (İbn Rüşd vb.) Latinceye çevirilmesi, Aydınlanma Çağı'na zemin hazırlamıştır.

Aydınlanmaya yol açan başlıca düşünsel gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleridir. Aydınlanmanın ilk temsilcileri olarak genellikle René Descartes ve Gottfried Wilhelm Leibniz kabul edilir. Almanya'da Johann Gottfried Herder, Immanuel Kant, Christian Wolff; Fransa'da Denis Diderot, Claude Adrien Helvétius, Baron d'Holbach, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire; Büyük Britanya'da David Hume, John Locke ve Thomas Paine Aydınlanma Çağı'nın en önemli temsilcileridir.

Genel çerçeve

Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız Devrimi (1789) ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır.

Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, Orta Çağ'da hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır.

Aydınlanma felsefesinin kaynağı Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkelerdir. Rönesans'tan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması söz konusudur. 17. yüzyılda bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda aydınlanma felsefesinin düşünsel temelleri bir anlamda hazırlanmıştır. Sekülerleşme, aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir.

18. yüzyıl felsefesinde bir yanda rasyonalizmin öte yandan emprizmin güçlenmesi ve bunlardan meydana gelen teorik sorunların yeni birtakım sentezlerle aşılmaya çalışılması söz konusu olacaktır. Aydınlanma Çağı, aklın ışığında felsefenin de yepyeni bir etkileyicilikle ortaya çıkışına, yaygınlaşmasına, yeni sentezlerle sistematikleştirilmesine etki etmiştir. Bu bakımdan bu yüzyıla "felsefe yüzyılı" denmesi de söz konusudur.

Aydınlanma

Aydınlanma Çağı, aklı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönelinen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, "aklı kullanma cesareti" olarak tanımladığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini vermektedir. 18. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkıp gelişmiş ve "aydınlanma" fikriyle yaygınlaşmıştır.

Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle der:

Aydınlanma Çağı'nın ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de Aydınlanma Çağı'na öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Orta Çağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemin ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir.

Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlanmacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir.

Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temelleri atılmıştır. 1789 Fransız İhtilali'nin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.

Doğuşunda ve gelişmesinde belirleyici bazı isimler

  • George Berkeley
  • Claude Adrien Helvétius
  • Baron d'Holbach
  • Jean le Rond d'Alembert
  • David Hume
  • Adam Smith
  • René Descartes
  • Denis Diderot
  • Étienne Bonno de Condillac
  • Francis Bacon
  • Galileo
  • Gotthold Ephraim Lessing
  • Gottfried Leibniz
  • Immanuel Kant
  • Jean-Jacques Rousseau
  • John Locke
  • Julian Offray de La Mettrie
  • Kopernik
  • Laplace
  • Lois Rene de Caradeux de la Chalotais
  • Montesquieu
  • Newton
  • Spinoza
  • Thomas Hobbes
  • Voltaire

Ayrıca bakınız

  • Philosophe
  • Orta Çağ felsefesi
  • 17. yüzyıl felsefesi
  • 19. yüzyıl felsefesi
  • Rönesans felsefesi
  • Alman felsefesi
  • 20. yüzyıl felsefesi
  • Postmodernizm

Kaynakça

  • Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, İstanbul, 1985.

Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Aydınlanma Çağı by Wikipedia (Historical)






Text submitted to CC-BY-SA license. Source: by Wikipedia (Historical)


Roma Cumhuriyeti


Roma Cumhuriyeti


Roma Cumhuriyeti, Antik Roma uygarlığında hükûmetin cumhuriyet şeklinde işlediği dönem. Geleneksel olarak MÖ 509 yılında krallığın devrilmesiyle başlayan dönemdir. Bu dönemde ilk iki yüzyıl boyunca, Cumhuriyet toprakları İç İtalya'dan bütün Akdeniz dünyasına kadar genişledi. Sonraki yüzyılda Roma; Kuzey Afrika, İber Yarımadası, Yunanistan ve şu anki Güney Fransa'da egemenlik kurarak daha da büyüdü. Roma Cumhuriyeti, son iki yüzyılı sırasında, hem Fransa'nın kalanına hem de Makedonya ile Anadolu'nun büyük kısmına egemen oldu.

Augustus sıklıkla Roma Cumhuriyeti'nin sonlanmasında en büyük rolü oynayan kişi olarak görülür. Bununla birlikte Antik Roma'nın cumhuriyetçi siyasal düzeneğinin sonunu getiren olaylar zinciri bazı tarihçiler tarafından farklı dönemler işaret edilerek ele alınmıştır. Tarihçiler farklı biçimlerde MÖ 44'te Jül Sezar'ın daimî diktatör atanmasını, MÖ 31'de Aktium Deniz Muharebesi'nde Marcus Antonius'un yenilgisini ya da MÖ 27'de Octavianus'a (Augustus) Roma Senatosu'nun olağanüstü güçleri bağışlamasını Cumhuriyet'i sonlandıran asıl olaylar olarak önermişlerdir.

Roma'da cumhuriyet yönetimi, her yıl yurttaşlarca seçilen ve bir senato tarafından atanan iki konsülün başkanlık ettiği bir hükûmetin getirilmesiyle başladı. Roma Cumhuriyeti'nin ilk dönemlerine, soylarını geçmişe, Roma Krallığı'nın erken tarihine dayandıran Roma'nın arazi sahibi aristokratları patriciler ve çok daha fazla sayıdaki halktan yurttaşlar plebler, arasındaki mücadelede damga vurmuştur. Zamanla, Roma'nın en yüksek memurluklarında patricilere ayrıcalıklı haklar veren yasalar yürürlükten kaldırıldı veya zayıfladı ve pleb sınıfı arasından yeni bir aristokrasi doğdu. Günümüzde Roma Cumhuriyeti'nin hukuki yapısının büyük kısmı Avrupa'nın her yanında ve dünyanın kalanında çağdaş ulus devletler ile uluslararası örgütler arasında gözlenebilir. Romalıların Latincesi Avrupa'nın pek çok kısmında ve dünyada dilbilgisi ve sözcük dağarcığını da etkilemiştir.

Kuruluş

Roma'nın son kralı Lucius Tarquinius Superbus, Roma’yı zalim bir diktatör gibi yönetiyordu ve oğlu Sextus’un Roma’nın seçkinlerinden Lucius Tarquinius Collatinus’un karısı Lucretia’ya tecavüz etmesi ve sonrasında Lucretia’nın intihar etmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu olayın ardından elitler Lucius Junius Brutus önderliğinde krala karşı birleşip kralın o sırada kent dışında olmasından da yararlanarak kentin yönetimine el koydular ve cumhuriyet rejimi böylelikle başlamış oldu. Tarquinius'un tahtı yeniden ele geçirmek için hepsi başarısız olmuş olan birkaç girişimde bulunmuş olduğu söylenir. Roma Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk konsüllerden olan Lucius Junius Brutus, oğullarından ikisinin Tarquin'i yeniden tahta çıkarmak için komplo hazırladıklarını öğrenince onları idam ettirdi.

Krallık dönemindeki devlet kurumları ve sosyal yapı, cumhuriyet döneminde de değişmeden veya çok az değişikliğe uğrayarak sürdürülmüştür. Roma'da Cumhuriyet rejimi ile birlikte gelen en önemli anayasal değişiklik baş yöneticiyi ilgilendiriyordu. Devrimden önce, yaşamı boyunca olmak üzere senatörlerce bir kral seçilirdi. Artık, güç ve yetki bir kişiden iki kişiye, pretör denen iki magistrat'a geçiyordu. Yaklaşık 150 yıl sonra bu pretörler, konsül olarak adlandırılmaya başlandı. Comitia Centuriata tarafından seçilen iki konsül, teorik olarak halka ait olan iktidarı onun yerine kullanmaktadır. Konsüller bir yıl boyunca görev yaparlar ve görev sürelerinin sonunda görevi bırakarak sıradan bir Roma vatandaşı haline gelirlerdi. Cumhuriyet idaresinin başındaki iki konsül de eşit şekilde emretme ve hükmetme yetkisine sahipti. Senatoya başkanlık eden konsüller, idari ve siyasi kararlarda senatoya danışırlar ve oradan çıkan karara göre hareket ederlerdi. Fakat her ikisi tarafından paylaşılan bu güç, sınırsız ve karşı konulamaz değildi. Her bir konsül, diğerinin aldığı kararı veto edebilirdi. Her bir konsül meslektaşını frenliyor ve eğer makamın güçlerini kötüye kullanmışlarsa onları yargılanmaya kadar götürüyordu. Konsüllerin görevi öncelikle orduya komutanlık etmekti. Şehirde oldukları zaman senatoya başkanlık ederler, halk meclislerinin oturumlarına katılırlar, halkın şikâyetlerini dinleyip bu konularla ilgili karar verirlerdi. Aynı zamanda dini işlevleri de vardı ve kurban kesip devlet kültleriyle ilgili diğer merasimleri de yerine getirirlerdi. Toga praetexta adlı kenarları mor bir toga giydikleri için hemen kalabalıktan ayrılırlardı. Sella curulis adlı özel bir koltukta otururlardı. Her konsülün her biri fasces, yani çift başlı baltalar taşıyan on ikişer adet lictor adlı hizmetlileri vardı ve bunlar konsül halk arasındayken onu korurlardı. Konsüllerin Quaestor adını taşıyan başlangıçta iki zamanla sayıları artan, devlet hazinesi ve mali işlerden sorumlu yardımcıları vardı.

Cumhuriyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra, Comitia Centuriata ("Çentürya Kurulu") asıl yasayıcı kurul durumuna geldi. Bu meclisin görevi genel olarak yeni konsülleri, pretörleri ve çensörleri seçmek ve savaş ve barış kararlarını almaktı. Roma Cumhuriyeti'nin en önemli yetki organı ise Senato idi. Romalı memurların bir danışma organı fonksiyonuna sahiptir. Senato sadece bir konsül veya pretör tarafından toplanmaya çağırılabiliyordu. Bu hak daha sonraları pleb tribunuslara da tanınacaktı. Senato kendisini toplanmaya çağıran yetkili başkanlığında Roma'daki Forum Romanumdaki Cruia binasında toplanırdı. Başlangıçta sadece bir danışma organı olarak tasarlanmış olsa da özellikle MÖ 4. ve 3. yüzyıllarda güç kazanan senato yavaş yavaş çok daha etkin bir rol oynamaya başlamış, dini ve mali meseleleri yönetici bir işlev kazanmıştır. Aynı zamanda müttefiklerden veya düşmanlardan gelen elçi heyetlerini kabul eden, konsüllerin ve pretörlerin askeri görevlerini belirleyen bir mekanizmaya dönüşmüştür. Senatonun üye sayısı başlangıçta 300 iken daha sonra 600'e çıkarılmıştır.

Roma idaresinde en yüksek memur konumunda olan magistratlar, konsüller ve pretörler idi. Soylu bir Roma yurttaşının, kariyerinde ilerleme kaydetme süreci Cursus honorum olarak adlandırılırdı. Bir Roma soylusu devlet memuriyetine önce quaestor olarak başladıysa, sonra aedilis veya pleb tribunus olurdu. Daha sonraki aşama ise pretörlük idi. En son ve en yüksek mevki ise konsüllüktü. Bu memuriyetlerdeki görevlerin onursal olması, bu vazifelerde bulunanlara herhangi bir ödeme yapılmamasından kaynaklanıyordu. Bu memuriyetlerde bulunanların zengin olması gerekiyordu. Seneto'ya girebilmek için 1 milyon sestertius'luk bir servete sahip olmak gerekiyordu.

Erken Cumhuriyet (MÖ 458–274)

İtalya seferleri (MÖ 458–396)

Cumhuriyet döneminin ilk savaşları hem genişleme hem de savunma içindi ve Roma kendisini komşu kentler ve uluslardan koruyarak bölgede kendi alanını kurmayı amaçlıyordu. Başlarda, Roma'nın birincil komşuları ya Latin kasabaları ve köyleriydi ya da Apenin tepelerinin ötesinden gelen Sabin boylarıydı. Teker teker Roma hem inatçı Sabinleri, hem de Etrüsk denetimi altındaki yerel kentleri ve Etrüsk yöneticilerini başından atmış olan diğer Latin kentlerini yendi. Roma Latin kentlerini MÖ 496'da Regillus Gölü Muharebesi, MÖ 458'de Algidus Dağı Muharebesi, MÖ 446'da Korbione Muharebesi ve Ariça Muharebesi'nde ve bir Etrüsk kentini MÖ 477'de Kremera Muharebesi'nde yendi. Bu dönemin sonunda, Roma birincil komşuları olan Etrüsk ve Latin fetihlerini etkili bir biçimde tamamlamıştı; ayrıca Apenin tepelerinin yakınlarındaki boyların yarattığı gözdağına karşı konumunu güvene almıştı.

Roma 4. yüzyılın başında giriştiği bir harekâtla beraber bölgede bir lider olarak ortaya çıkmıştır. Bu harekât etrüsklere ait bir şehir olan Veii’nin fethidir. Veii, Etruria'nın güney sınırlarında ve Roma'nın sadece 16 km kuzey-kuzeybatısında bulunan zengin ve güçlü bir Etrüsk şehriydi. Tıpkı Roma gibi etrafındaki bazı komşularını kontrol altında tutmaktaydı. MÖ 5. Yüzyılda Roma ve Veii arasında diğer bazı şehirlerin liderliği için birtakım mücadeleler yaşanmıştı, fakat bu mücadeleler herhangi bir kesin sonuç sağlamamıştı. Nihayetinde Romalılar, Veii'yi ele geçirmek için harekete geçme kararı aldı. Veii güçsüz olmaktan oldukça uzaktı ve şehir kalın surlar tarafından oldukça iyi muhafaza ediliyordu öyle ki 10 yıl sürecek bir işgal bile gerektirebilirdi. MÖ. 396 yılında birkaç yıl ordunun komutasında Veii'nin müttefiklerine karşı savaşan Marcus Furius Camillus'a diktatör unvanı verilip kendisine bu istenmeyen savaşı bitirmesi görevi verilmişti. Camillus, şehrin yerlilerinden birisini kaçırarak şehrin surlarının altını kaplayan toprağın yumuşak olduğunu ve fazla efor sarfetmeden tünelle geçilebileceğini öğrendi. Mühendisleri tünel kazarken düşmanın dikkatini dağıtmak için ön kapılara bir saldırı başlattı. Camillus'un planı başarıyla sonuçlandı ve Veii'yi ele geçirmeyi başardı. Camillus, şehrin himayesi altında bulunan Juno'nun heykelini çıkardı ve Roma'ya götürdü ve askerlerinin, aldıkları yağmalarını tutmalarına izin verdi. Veii'nin erkek nüfusunun çoğu idam edilirken kadınlar ve çocuklar köleleştirildi veya şehirden sürüldü. Bu noktada, savaşı bitirmiş ve Roma'yı zenginleştirmiş olmasına rağmen Camillus, israf ve gereksiz harcamalar yaptığı zafer festivalleriyle halkta arasındaki popülaritesi geriye düşürmüştür. Halk, Camillus'un Roma vatandaşlarının Veii'ye yerleştirilmesini izin vermeyi kabul etmemesiyle de hüsrana uğramıştı. Roma aşırı kalabalıktı ve bazı vatandaşları Veii'ye yeniden yerleştirmek için bir plan önerilmişti. Bu öneri oldukça ilgi çekiciydi, çünkü şehir etrafında ekilebilir araziler vardı ve yağmalanmasından sonra bol bol boş ev ve bina vardı. Ancak Camillus bu planı reddetti, bunun Roma'yı zayıflatacağını iddia etti ve sonra Veii'yi unutacağı ümidiyle Falerii'nin düşmanca bir tavır göstermesi üzerine Camillus, orduyu tekrar seferber ederek halkın ilgisini başka yöne kaydırmayı başardı. Kuşatmanın sonunda Falerii'nin teslim olması neticesinde yağma için gün sayan Romalı askerler bundan tatmin olmamıştı. Yağmanın gerçekleşmeyeceği anlaşıldığında adamları Camillus'a karşı çıktılar. Bu olay Camillus'un Roma'nın nüfusunun yarısının Veii'ye yerleştirilmesine karşı çıkmasından dolayı kendisine duyulan düşmanlığın daha da artmasına sebep oldu. Politik düşmanları bu fırsatı değerlendirirek onu kendilerine göre Roma halkına ait olan Veii'den elde edilen yağmanın çalmakla suçladılar. Arkadaşları Camillus adına büyük bir kefaret bedeli ödemeyi önerselerde Camillus bu suçlamaları kabul etmek yerine Ardea şehrine sürgüne gitmeyi tercih etti.

Kelt istilası (MÖ 390–387)

MÖ 390'da, birkaç Galyalı kabilie, Avrupa boyunca genişledikçe İtalya'yı kuzeyden istila etmeye başladılar. Romalılar, özellikle savaşçı bir kabile kuzeyden iki Etrüsk kasabasını istila ettiğinde tehlikenin farkına vardılar. Bu iki kasaba Roma'nın etki alanından çok uzakta değildi. Bu kasabalar, düşmanının sayısının çokluğuna ve vahşetine yenildiklerinden, Roma'yı yardıma çağırdılar. MÖ 390-387 sularında Romalılar Galyalılar ile Alia Irmağı Muharebesi'nde karşılaştı. Önderleri Brennus'un komutası altında 15.000 kişilik ordularıyla Galyalılar, yaklaşık 24.000 kişilik Roma ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Kaynaklara göre Galyalıların sesinden korkan bazı Roma askerleri savaştan kaçmıştır. Kalanı ise çarpışmış ama kısa sürede yenilmiştir. Kaçanların çoğu Allia nehrinde boğulmuştur. Hayatta kalanlar Roma'ya kaçıp haberleri bildirince şehir boşaltıldı ve sadece senatörler ile şehri koruyan ufak bir birlik bırakıldı. Brennus geldiğinde şehri boş olarak buldu ve Galyalılar, şehri yağmaladılar. Campidoglio'da yığınak yapan Romalılar orada da kuşatıldı. Romalıların burada gerçekleştirdikleri savunma Galyalıları yormuştur. Fakat Brennus kuşatmayı kaldırmak istemez.Yemek kıtlığı vardı ve Brennus adamlarını çevre şehirlere göndermişti. O şehirlerden biri de Camillus'un sürgünde bulunduğu Ardea idi. Camillus, şehrin önde gelenlerini bir askerî birlik oluşturmaya ve onu yönetmeyi ikna etti. Geceleyin ani bir baskınla Şenöne kampına baskın yaparak onların hepsini öldürdü. Diğer şehirlerdeki Romalı mülteciler bu zaferi duyunca Camillus'a Roma ordusundan geriye kalanları toplayıp liderlik etmesi konusunda yalvardılar. Campidoglio'da yığınak yapan Romalılar orada da kuşatılmıştı. Romalı birliğin yiyecekleri bitme noktasındaydı ve teslim olma şartlarını görüşmeye zorlanmışlardı. Sonunda Brennus Romalılara, bin pound altın verirlerse kuşatmayı kaldıracaklarını söyler. Galyalılar ağırlıkları, Romalılar ise altınları getirir. Fakat Galyalılar normalden hafif ağırlıklar getirince durum konsüle bildirilir. Şikayetleri Brennus da öğrenir ve kılıcını ağırlıkların olduğu kefeye koyar ve o ünlü sözünü söyler. (Vae victis) Bu sözle daha çok altın istediğini göstermiştir. Tarihçiler ağırlıklar hakkındaki tartışmanın o derece uzadığını, sürgündeki diktatör Marcus Furius Camillus'un bir orduyu toplamak, Roma'ya dönmek ve Galyalıları kovmak, hem şehri hem de hazineyi kurtarmak için ekstra zaman kazandığını vurgularlar. Camillus şehre girdiği anda Brennus ve Romalılar anlaşma imzalamak üzereydiler. Roma sokaklarında ilk mücadeleyi takiben Galyalılar önce şehirden atıldı. Kaçan Brennus'u takip eden Camillus zafer elde etti ve Gabbi'ye giden yolda düzenli bir harekâtla Brennus'un ordusu tamamen yok edildi. Brennus'un bu savaşta ölduğu söylenir. Camillus böylece Roma'nın ikinci kurucusu unvanını alır ve iade-i itibar yapılarak tekrar diktatör ilan edilir. Son anda gelen zafere rağmen Roma'da Galyalıların korkusu uzun süre devam etti. İnsan kurbanı bir Roma geleneği olmasa da bir çift Galyalı ve bir çift Yunanyı canlı gömerek insan kurban etmeleri geleneği muhtemelen, Galya felaketinin tehlikesini önlemekti. İtalya'da bu ikili arasında iki yüzyılı aşkın savaş, kesik kesik sürecekti. Kelt sorunu, MÖ 52'deki Alesia Muharebesi'yle Jül Sezar'ın tüm Galya'yı zaptına dek çözülmeyecekti.

Patricii ve Plebler arasındaki çatışmalar

Cumhuriyet rejimi ile birlikte kralın egemenliği konsüller arasında paylaştırılmış ve senato'nun yetkileri arttırılmıştı ancak hala idarenin önemli mevkileri ve senato üyelikleri patricii'lerin elindeydi. Nitekim patricii ve plebler arsında ciddi bir mücadelenin başlaması kaçınılmazdı. Zengin plebler yüksek devlet memuriyetlerine seçilmek ve patricii sınıfından kişilerle evlenmek istiyordu. Tarım ve zanaatla uğraşan ya da işçi olarak çalışan fakir plebler de bir yandan ekonomik durumlarının iyileştirilmesini istiyor öte yandan borçlarını ödeyemedikleri durumlarda verilen cezanın hafifletilmesini istiyorlardı. MÖ. 494 yılında, plebler vatandaşlık haklarında iyileştirme elde etmek için Roma'yı terk edip şehrin dışındaki kutsal dağa çıktılar. Plebler kendi memurlarını seçme hakkı istediler. Patricii sınıfından olanlar duruma müdahale edip bu hareketi bir anlaşmayla sonlandırdılar. Bundan böyle pleblerin borçları silinecek ve borçlarından dolayı köle durumuna düşenler tekrar özgürlüklerine kavuşacaklardı. Plebler, kendilerine yönelik olumsuzlukların giderilmesi için Concilum Plebis denen bir meclis oluşturdular. Meclis başkanına tribunus denirdi. Hükûmetin başındaki patricii sınıfından konsüllere karşı muhalefet yapan pleb trübunusların Aedilis denen iki yardımcısı olurdu. Aedilislerin sorumluluk alanı bugünkü belediyelerin görev alanına giren işlerden oluşmaktaydı; şehrin imar durumu, yolların temizliği, su dağıtımı, pazarların denetimi, itfaiye işleri, tapınakların, festivallerin düzenlenmesi ve çeşitli kamu alanlarındaki düzenin sağlanması gibi işler bu memurlar tarafından yürütülmekteydi. Plebler, kendilerine yönelik pleb tribunus'lukları ve aedilis'lik memuriyetlerini oluşturmuşlarsa, patricii sınıfı da MÖ. 443 yılında kendi çıkarları için censörlük memuriyetini oluşturdu. Daha önce konsüllük yapmış kişiler arasından seçilen Cencor'ların görevi nüfus sayımı ile vatandaşların sahip oldukları servetlerin sayımını yapmak, kaydını tutmaktı. MÖ 366'da da vatandaşlar arasındaki uyuşmazlıkları çözmekle yükümlü pretörüklük oluşturuldu. praetor önceleri consul’lerin bir sıfatıyken, sınıf mücadeleleri sırasında bazı politik uygulamaların bazı kanunlar çıkarılarak değiştirilmesiyle ayrı bir memuriyet halini aldı. Praetor başlangıçta bir yıl görev yapmak üzere seçilen ve konsüller çeşitli sebeplerle Roma dışında bulunduğu sırada yönetimi üstlenen görevlilerdi. Gerekli görüldüğü takdirde ordunun komutasını da üstlenebilirdi. Bu yetkililer genellikle şehirde bulundukları için kamuyla ilgili meselelere bakarlar, vatandaşlar arasında çıkan çeşitli anlaşmazlıklar hakkında hüküm verirdi. Bu yönleri bakımından Roma hukukunun gelişmesinde önemli bir rolleri olmuştur.

Yeni rejimle birlikte halkın tüm kesimleri Comitia Centuriata gibi kurumlarda temsil ediliyor ve devlet işlerinde ve hukuki uygulamalarda böylelikle tüm kesimler yer alabiliyordu, fakat Comitia’nın aldığı kararlar aristokratların tekelindeki Senatus’un (Senato) onayından geçmek zorundaydı. Bir başka sorun ise yüksek memurlukların durumuydu. Kralın kovulmasının ardından önde gelen aileler memurlukları kendi tekellerine almaya çalışıyorlardı. Bu memurlukların ve meclislerin sorumlulukları da bir başka çatışma hususuydu. Patricii yani aristokratlar bir cepheyi oluştururken, pleb olarak adlandırılan ve aristokratların dışındaki halk kesimi olarak tarif edebileceğimiz unsur da karşı cepheyi meydana getiriyordu. Romalı aristokratlar devletin yönetimindeki üstünlüklerini korumayı amaçlıyordu. Aristokratlar dışında özgür halkın diğer kesimlerinin çoğu pleb sınıfını oluşturmaktaydı. Bu nedenle aristokratlardan nüfus bakımından çok daha fazlaydılar. Büyük bir kesiminin fakir olduğu düşünülebilir. Fakat bunun yanında bazı varlıklı mensupları da bulunmaktaydı. Bu yıllarda, tribünler ve senatörler giderek yakınlaştılar. Senato arzuladığı amaçlarına ulaşmak için pleb makamlarını kullanma gerekliliğini fark etti. Tribünleri kazanmak için, senatörler tribünlere büyük oranda güç verdiler ve tribünler de kendilerini Senatoya karşı sorumlu hissetmeye başladılar. Tribünler ve senatörler birbirine yaklaştıkça zamanla, tribünlük daha yüksek makamlara bir sıçrama tahtası durumuna geldi.

376 ve 367 yılları arasında, pleblerin tribünu konumundaki Gaius Licinius Stolo ve Lucius Sextius Lateranus, Lex Licinia Sextia olarak bilinen bir dizi yasa tasarısı öne sürdü. Bu yasalar, kredilerin faiz oranında bir sınır ve arazinin özel mülkiyeti üzerinde bir kısıtlama ön görmekte ve particiilerin ekonomik üstünlüğünü kırmaktaydı. En önemli yasa tasarısı ise pleblere konsülosluk yolunu açmaktaydı. Oysaki, eğer iyi tanınan bir siyasetçi ailesinden değilse bir plebin Senatoya girmesi zordu. Patriciler tarafından kontrol edilen diğer tribünler yasaları veto ettiler, ancak Stolo ve Lateranus 367'de, on beş rahipten oluşan ve beşinin pleb olması gereken bir tasarı daha sundular. Böylece nedenle patriciilerin rahipler üzerindeki tekelini kırdılar. Son olarak krizin çözümü, tribünlere yönelik taviz veren diktatör Marcus Furius Camillus'tan geldi. Yasaları kabul etti. Lateranus 366'da pleb kökenli ilk konsül oldu onu 361 yılında Stolo takip etti.

Roma'nın İtalya'ya yayılışı (MÖ 343–282)

Romalılar, Keltler tarafından yağmalanmanın etkilerini üstlerinden şaşırtıcı bir hızla attıktan sonra İtalya içerisindeki gelişimlerini hızla sürdürdüler. Oldukça saldırgan ve önemli askeri kaynaklara, ayrıca savaşçı bir üne sahip Samnit konfederasyonu Orta İtalya’nın en büyük gücüydü. Roma ve Samnit’lerin güçleri birbirine çok yakın olduğu için İtalya’nın en büyük gücü olma mücadelesi bu iki unsur arasında yaşandı. MÖ 343 ile 341 arasında yapılan Birinci Samnit Savaşında Romalılar Samnitleri iki muharebede yendiler; ancak çatışmayı sürdüremeden Latin vasallarının ayaklanmasından ötürü savaştan çekilmek zorunda kaldılar. Roma, Latinleri Vesuvius Muharebesi'nde yendikten sonra Latin kentleri Roma yönetimine boyun eğmek zorunda kaldı. Bu savaşlar sonunda Latin şehirleri bağımsızlıklarını kaybederek Roma’ya tabi oldular. Vatandaşları Roma vatandaşı, toprakları da Roma toprağı oldu. Bu şehirler iç işlerinde kısmen bağımsızlarken savaş ve barış meselelerinde Roma’ya bağlıydılar. Bu şehirlerde yaşayanlar ihtiyaç halinde Roma ordusunda görev yapmakla yükümlüydüler. Hatta Roma’da olmaları durumunda bu kişiler meclislerde oy dahi kullanabilmekteydi. Bu yönetim sistemine municipium denmektedir. Bu genel sisteme uymayan yapılar da bulunur. Örneğin Capua şehrinde yaşayanlar Roma’da bulunsalar dahi meclislerde oy kullanma hakkına sahip değillerdi. Yani Capua şehri bir municipium’du, fakat yaşayanlarının oy hakkı bulunmuyordu

MÖ 327 ile MÖ 304 arasındaki İkinci Samnit Savaşı hem Romalılar hem de Samnitler için çok daha uzun ve ciddi bir olaydı. Süreç boyunca üstünlük iki taraf arasında gidip geldi. Ardından Romalılar Bovianum Muharebesi'nde üstün geldiler. MÖ 314'ten başlayarak şartların etkili bir biçimde Samnitlerin aleyhine dönmesi kötü koşullarda bir barış istemelerine yol açtı. MÖ 304'e gelindiğinde, Romalılar Samnit bölgesinin büyük bir parçasını topraklarına katarak birkaç koloni kurmuşlardı. Yenilgilerinden yedi yıl sonra, bölgedeki Roma egemenliği güven verici bir konumdayken, Samnitler yeniden harekete geçti ve MÖ 298'de bir Roma ordusunu yenerek Üçüncü Samnit Savaşı'nı başlattılar. Üçüncü Samnit Savaşı İtalya’nın liderinin kim olacağını belirleyen mücadele oldu. Roma’nın MÖ 295 yılında Umbria’da Samnitler, Umbrialılar ve Gallialıların oluşturduğu ittifak karşısında galip geldi. Roma’nın aldığı bu başarının ardından MÖ 290 yılında Roma Sabinleri oy kullanma hakkı olmayan vatandaş haline getirdi. MÖ 280 ve 270’lerde Etruria ve Umbria’daki pek çok şehir Roma’ya bağlı hale geldi. MÖ 282'deki Populonia Muharebesi'nde Roma, bölgedeki Etrüsk gücünün son kalıntılarını da ortadan kaldırdı.

Piros Savaşı (MÖ 280–275)

Üçüncü yüzyılın başlarına gelindiğinde, Roma İtalya Yarımadası'na büyük bir güç olarak yerleşmişti; ancak Akdeniz Havzası'nda daha çatışmaya girmemiş olduğu o zamanın baskın askerî güçleri de vardı: Kartaca ve Yunan krallıkları.

Roma ve bir Yunan kolonisi arasındaki diplomatik bir anlaşmazlık bir deniz karşılaşmasında açık bir savaşa dönüşünce; Yunan kolonisi, kuzeybatıdaki Yunan krallığı Epir'in hükümdarı Piros'tan yardım istedi. Kişisel bir askeri başarı arzusuyla heveslenen Piros, MÖ 280'de 25.000 adamdan oluşan bir Yunan ordusuyla İtalya topraklarına ayak bastı.

İlk baştaki yengilerine karşın, Piros İtalya'daki konumunu çürük buldu. Roma ordusu İtalya'da kaldığı sürece Piros ile görüşmeyi reddetti. Roma ordusuyla her bir karşılaşmasında kabul edilemeyecek kertede ağır kayıplarla yüzleşen Piros yarımadadan çekildi. MÖ 275'te, Piros Roma ordusuyla Beneventum Muharebesi'nde yeniden karşılaştı. Beneventum kuşkuluyken, Piros ordusunun yıllarca yabancı seferlerde tükenmiş ve azalmış olduğunu fark edip daha fazla kazanç için çok az umut görünce, İtalya'dan büsbütün çekildi.

Piros ile çatışmaların Roma üzerinde büyük bir etkisi olacaktı. Roma Akdeniz'in baskın askerî güçlerine karşı başarıyla rakip olmayı becerebildiğini ve Yunan krallıklarının da İtalya'da ve yurtdışındaki kolonilerini savunmayı beceremediklerini göstermişti. Roma hızla Güney İtalya'ya hareket ederek Yunan kolonilerini zaptetti ve böldü. Artık, Roma etkin bir biçimde İtalya Yarımadası'na egemendi ve uluslararası bir askeri saygınlık kazanmıştı.

Orta Cumhuriyet (MÖ 274–148)

Bu dönemde önemli siyasal değişiklikler olmayacaktı. Bu devrin önemli yasaları hala Senato tarafından çıkarılıyordu. Aslında, plebler ellerindeki güçten hoşnuttular; ancak onu kullanmaya önem vermediler. Bu devirde Senato üstündü; çünkü askeri siyaset egemendi. Bu, Roma Cumhuriyeti'nin askeri anlamda en etkin devriydi. Bu devrin son on yıllarında pek çok pleb için ekonomik durumda bir kötüleşme görüldü. Uzun askeri seferler yurttaşları savaşmaları için çiftliklerinden ayrılmaya va bakımsız kalmış çiftliklere dönmeye zorluyordu. Toprak sahibi aristokrasi, batkın yurttaşlardan çiftliklerini indirimli bedellerle alıyordu. Emtia fiyatları düştükçe, pek çok çiftçi çiftliğinden bir kazanç sağlayamadı. Sonuç, sayısız çiftçinin büyük iflasıydı. İşsiz pleb yığınları kısa zamanda Roma'ya ve böylece de yasayıcı kurulların rütbelerine akın etti. Ekonomik durumları, kendilerine en çoğunu sunan adaylara oy vermelerine neden oldu. Refah için halkçı herhangi bir önderi umacak yeni bir bağımlılık kültürü doğuyordu.

Pön Savaşları (MÖ 264–146)

Kartaca Savaşları aynı zamanda Latince Fenikeli anlamına gelen punicus sözcüğünün batı dillerine yansıyan haliyle Pön Savaşları olarak da bilinir. MÖ 3. yüzyıl Roma tarihinin en önemli olaylarıdır. Kartaca Kuzey Afrika’nın en önemli Fenike kolonisiydi. Zamanla Kuzey Afrika’daki diğer şehirleri kontrol altına alarak burada hâkim güç olarak ön plana çıktı. Birinci Pön Savaşı, Sicilya'daki yerleşimlerin iç anlaşmazlıklarını çözmek için aralarında kaldıkları iki güç olan Roma ve Kartaca'dan yardım istemeye başladıkları MÖ 264 yılında başladı. İlk zamanlarda savaşta Sicilya'da kara muharebeleri görüldü; ancak olaylar kendisini Sicilya ve Afrika çevresindeki deniz muharebelerine bıraktı. Birinci Pön Savaşı'ndan önce Roma donanması yok denecek denli küçüktü. Büyük bir deniz gücü olan Kartaca'ya karşı Sicilya'daki yeni savaş Roma'yı hızla bir filo kurmak ve denizci eğitmek zorunda bıraktı. İlk birkaç deniz muharebesi Roma için felaket boyutundaydı. Yine de, daha fazla denizci eğittikten ve bir kanca makinesi türettikten sonra, bir Romalı donanma gücü Kartacalı bir filoyu yenebilir duruma gelmişti, bunu ardından daha fazla donanma yengisi izledi. Bunun üzerine Kartacalılar ordularını yeniden örgütleyecek ve onlara önderlik edecek Spartalı bir paralı asker generali olan Kartacalı Zantipos'u tuttular. O da Kartaca'nın denizdeki üstünlüğünü yeniden kurarak Roma ordusunu temelinden koparmayı başardı. Ancak yeni keşfettikleri donanma yetenekleriyle Romalılar, bunun ardından Aegetes Adaları Muharebesi'ndeki deniz muharebesinde Kartacalıları yeniden yenerek Kartaca'yı bir filodan ya da bir tane kuracak yeterli paradan yoksun bıraktılar. Roma Sicilya’da yavaş yavaş üstünlüğü ele geçirerek MÖ 241 yılında savaşı bitirme noktasına geldi. Bu tarihte iki taraf arasında yapılan barış anlaşmasıyla Kartacalılar Sicilya’daki birliklerini geri çekerek adayı boşaltmayı ve Roma’ya ağır bir savaş tazminatı ödemeyi kabul ettiler. Fakat düşmanlık burada son bulmadı; Kartaca uzun yıllar kendisi için mücadele veren paralı askerlere olan borcunu ödeyemeyince ordu Kuzey Afrika’da bir isyan çıkardı. Bu isyan kısa sürede Kartaca’nın müttefiklerine de sıçradı. Roma da bu fırsattan istifade edip daha önce yapılan antlaşmaları hiçe sayarak Kartaca’yı stratejik önemi haiz Sardinya adasını boşaltmaya zorladı. İsyanlarla mücadele etmek zorunda olan Kartacalılar da buna mecbur oldular. Birinci Pön Savaşıyla birlikte Roma İtalya dışındaki konumunu da güçlendirmiş ve aynı zamanda İtalya dışında ilk topraklarını da kazanmıştır. MÖ 227 yılında alınan kararların ardından Roma, Sicilya, Sardinia ve Korsica’da daimi bir ordu ve komutan bulundurmaya başladı. Bu tarihten itibaren yıllık olarak seçilen praetor sayısı ikiden dörde yükseltilerek bunlardan biri Sicilya’ya, bir diğeri de Sardinia ve Korsika’ya vali olarak atandılar. Sicilya adası MÖ 241 yılında provincia, yani eyalet haline getirildi. Bu kararlarla birlikte Sicilya ve MÖ 238 yılında eyalet ilan edilen diğer topraklar Sardinia ve Korsika’nın yönetimi kalıcı ordularla desteklenmeye başladı.

MÖ 225 yılında kuzeyde yaşayan Galyalıların Orta İtalya’yı İstila etmesi Romalıların dikkatini bu bölgeye vermesini gerektirdi. Roma Galyalılarla mücadele ederken diğer taraftan da Kartacalılarla uğraşmak istemediğinden onlarla bir antlaşma yapma yoluna gittiler. Kartaca’nın Sicilya’da görev yapan generallerinden Hamilcar Barca 237 yılında İspanya’ya giderek burada öldüğü tarih olan 229 yılına kadar askerî operasyonlar yapmış, bölgedeki Kartaca nüfuzunu güçlendirmişti. Ölümünün ardından önce damadı Hasdrubal, ardından da 221 yılında oğlu Hannibal Barca yerine geçerek bu operasyonları yürüttü. Kartaca’nın yeniden güçlenmesi de İkinci Pön Savaşı olarak bilinen yeni bir Roma-Kartaca mücadelesini getirmiştir. Kartacalılar beklenmedik bir şekilde, MÖ 218 yılında Hannibal önderliğinde Roma’nın himayesi altında bulunan Saguntum kentini kuşatarak ele geçirdi ve bunun üzerine savaş başlamış oldu. Hannibal bununla da kalmayarak ordusuyla birlikte Alpleri aşarak İtalya’ya yürüdü ve MÖ 218 yılının Aralık ayında karşısına çıkan bir Roma ordusunu yok etti. Ertesi yıl MÖ 217’de Hannibal Trasimene gölü yakınlarındaki bir düzlükte büyük bir Roma ordusunu yine ağır bir yenilgiye uğrattı. Roma bu kritik tarihte dictator makamına yetkili atayarak tüm egemenliği bir kişide toplamayı seçti; dictator olarak görev yapacak isim daha önce iki kez konsul’lük yapmış olan Quintus Fabius Maximus’tu. Maximus, Hannibal’ın ordusuyla doğrudan karşılaşmak yerine avantajı tamamen elinde bulundurana kadar onu vurkaç taktiğiyle yıpratmayı denedi. Fakat stratejisi Roma’da destek görmedi ve 216 yılında göreve gelen iki yeni konsül bu stratejiyi terk ederek büyük bir ordu toplayıp Hannibal’ın yakıp yıktığı Apulia’ya doğru yola çıktı. Hannibal da ordusunun rahatlıkla manevra yapabileceği Cannae düzlüklerine çekildi. Roma, MÖ 216 yılında gerçekleşen Cannae Muharebesi'nde öyle büyük bir yenilgi aldı ki, Roma ordusu en az 50 bin kayıp verirken konsül’lerden biri hayatını kaybetti, ordunun sağ kalan kısmı ise pek az bir kısmı hariç olmak üzere esir edildi. Müttefiklerle beraber yaklaşık 80 bin kişilik Roma kuvveti Hannibal’ın 50 bin olduğu söylenen ordusu karşısında alınan bu ağır yenilgi sonraki dönemlerde yaşayan Romalılar için, Romalı tarihçilerin kitaplarında ibret alınması gereken bir örnek olarak gösterildi.

Bu arada Hannibal'ın erkek kardeşi Asdrubal Barka Alplerden İtalya'ya geçmenin ve ikinci bir orduyla kardeşine katılmanın yolunu aradı. Asdrubal yalnızca Metaurus Irmağı'ndaki kesin yenilgiyle İtalya'ya geçmeyi başardı. Hannibal'ın kendisini İtalya toprağında yenemeyen Romalılar, Kartaca başkentinin gözünü korkutma niyetiyle cesur bir biçimde Scipio Africanus'un komutası altında Afrika'ya bir ordu gönderdi. Hannibal Afrika'ya geri çağrıldı. MÖ 202 yılında gerçekleşen Zama Muharebesi'nde Scipio’nun zaferinden sonra savaş, Kartaca Senatosunun ateşkes önerisiyle sona erer. Kartaca’ya dayatılan barış koşulları o kadar ağırdı ki Kartaca İkinci Pön Savaşı'ndan sonra toparlanmayı asla başaramadı ve bunu izleyen Üçüncü Pön Savaşı Kartaca kentini yerle bir etmek için gerçekte yalın bir cezalandırma göreviydi. Kartaca neredeyse savunmasızdı ve kuşatıldığında hemen teslim olarak bir dizi acımasız Roma isteğini kabul etti. Romalılar teslimiyeti reddetti ve kent kısa bir kuşatmanın ardından kıyamete uğrayarak büsbütün yıkıldı. En sonunda, Kartaca'nın Kuzey Afrika ve İspanya'daki bölgelerinin hepsi Roma tarafından ele geçirilmişti.

Makedon Savaşları ve Yunanistan'da hakimiyetin sağlanması (MÖ 215–148)

Roma'nın Kartaca savaşıyla oyalanması, Yunanistan Yarımadası'nın kuzeyinde yer alan Makedonya'nın Kralı V. Philippos'a, gücünü batıya doğru yönlendirmesi için bir fırsat sağladı. Philippos, Roma ortak düşmanları olduğundan, bir ittifak kurmak için Hanibal'ın ordugahına elçiler gönderdi. Ne var ki Roma, Philippos'un temsilcileri bir Roma filosunca ele geçirildiğinde anlaşmayı keşfetti. Bu dönemde Romalılar Adriyatiğin doğusunda herhangi bir toprağa sahip değildi, ancak kıyı bölgesinde çeşitli müttefiklere sahiplerdi ve bu müttefikler Philippos'un ilk hedefi olacaktı. Romalılar için bölgede müttefik olarak kullanılabilecek yegane devlet Yunanistan'daki Aetolia Birliğiydi. Bunun üzerine Marcus Valerius Laevinus, donanmasıyla Aetolia'yı ziyaret ettiğinde tarihte bir ilk gerçekleştirmiş, bir Roma gemisi ilk kez bir Yunan limanına yanaşmıştı. Aetolia ile görüşen Laevinus müttefiklik antlaşması imzaladı. Romalılar bu savaşta destek olarak 25 kadırga sağlamayı kabul ederken, Aetolia kara ordusu kısmıyla ilgilenecekti. Birinci Makedonya Savaşı'nda Romalıların yalnızca doğrudan sınırlı toprak saldırılarında bulundukları görüldü. MÖ. 205 yılında varılan barış ile bu raddede Roma için savaş amacına ulaşmıştı, Hannibal İtalya'da tehlike oluştururken Aetolia Birliği, Philippos'u İlirya'dan uzak tutmuştu. Makedonya Kralı Philippos, Yunan topraklarındaki üstünlüğünü göstermişti. Romalılar ise Makedonların İlirya ve hatta İtalya'ya çıkmasını engellemişti. Ancak bu barış uzun süreli bir barış olmayacak, sadece 5 sene sonra İkinci Makedonya Savaşı patlak verecekti.

Makedonya MÖ 200'de Yunan kent devletlerince hak öne sürülen bölgelere saldırmaya başlayınca, bu devletler de yeni buldukları bağlaşıkları Roma'dan yardım diledi. Roma’nın müttefiki Pergamon Kralı I. Attalos, Yunan kent devletleriyle ağız birliği yaparak Roma’yı Yunanistan’a bir harekât düzenlemesi için göreve çağırdı. Makedonya’nın daha önce Hannibal’le ittifak yapmasından zaten rahatsız olan Romalılar bu isteği geri çevirmeyerek Makedonya’yla yeni bir mücadeleye girdi. Roma, Philippos'a Makedonya'yı aslen bir Roma eyaletine dönüştürmesi yönünde bir muhtıra verdi. Philippos bunu reddedince Roma Philippos'a savaş açtı. Roma ordusunun başında bulunan MÖ 198 yılı konsul’ü ve ardından birkaç dönemdir prokonsül olan Titus Quinctius Flamininus, Philippos’un ordusunu MÖ 197 yılında Kinosefalya Muharebesi'nde yenilgiye uğrattı. İkinci Makedonya Savaşı, birincisiyle kıyaslandığında Yunan dünyasında çok daha geniş kapsamlı bir etki yarattı. Savaşın bir yıl ardından yapılan barış antlaşmasına göre Makedonya Yunan kent devletlerindeki garnizonlarını geri çekmeyi kabul ediyor, donanmasının büyük bir kısmını lağvediyor ve Roma’ya yüklü bir savaş tazminatı ödemek mecburiyetinde kalıyordu. Bu savaşın ardından Roma bölgede lider konumuna yükselerek en önemli güç haline gelmiştir.

Makedonya Krallığının gücünü kırdıktan sonra Roma artık dikkatini doğudaki Yunan krallıklarından birine, Selevkos İmparatorluğu'na, yöneltmişti. Seleukos kralı III. Antiokhos MÖ 223 yılında tahta geçtikten sonra krallığı eski gücüne kavuşturmak için peşpeşe başarılı girişimlerde bulunmuş ve Anadolu’da daha önce krallığın elinde bulundurduğu topraklarda, yani Batı Anadolu’nun büyük bir kısmında yeniden hâkim olmuştu. Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmesinin ardından kuvvetlerini Balkan yarımadasının güneydoğusuna yöneltti ve Roma’nın uyarılarına rağmen burada ilerlemekten geri durmadı. Bunun üzerine Roma, MÖ 191 yılında Antiokhos’a karşı bölgeye askerî birlik yollayarak Selevkosları, Thermopylae Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğratarak onları Yunanistan'ı boşaltarak Anadolu’ya geri çekilmek zorunda bıraktı. Roma bununla da yetinmeyerek Antiokhos’u Anadolu’ya kadar takip etti ve Pergamon Krallığı ve diğer önemli müttefiki Rhodos kuvvetleriyle güçlerini birleştirerek MÖ 190 yılında Magnesia'da (bugünkü Manisa) Antiokhos’un ordusunu tekrar mağlup etti. Tarihe Magnesia Savaşı olarak geçen bu mücadelenin ardından 188 yılında imzalanan Apameia barışıyla Antiokhos, Batı Anadolu ve Ege adalarından Torosların doğusuna çekilmek zorunda kaldı. Aynı zamanda donanmasının büyük bir kısmını Roma’ya devretti ve ağır bir savaş tazminatı ödemekle yükümlü tutuldu. Batı Anadolu’da sahip olduğu topraklar Roma’nın yerel müttefikleri olan Pergamon Krallığı ve Rhodos Ada devleti arasında paylaştırıldı.

MÖ 179'da, Makedonya Kralı Philippos ölünce yetenekli ve açgözlü oğlu Perseus, tahtını aldı ve Yunanistan'a yeni bir ilgi gösterdi. Roma da, Üçüncü Makedonya Savaşı olarak bilinen savaşı başlatarak Makedonya'ya savaş açtı. Perseus'un başlangıçta Romalılara karşı babasından daha büyük askeri başarıları vardı. Ancak Lucius Aemilius Paullus, MÖ 22 Haziran 168'de Pidna Muharebesi'nde Perseus'u yendi. Makedonya ordusu 25,000 asker civarında zayiat verdi. Perseus muharebenin ordusu aleyhinde geliştiğini görünce Makendoya ordusunun sağ kanadında bulunan süvariler ile birlikte kaçtı. Fakat sonra Romalı komutan Lucius Aemilius Paullus'a teslim oldu. Perseus zincirlenmiş olarak Roma'ya götürüldü ve Paulus için Roma'da düzenlenen geleneksel Zafer Alayı'na zincirlenmiş olarak halka gösterildi. Sonra Roma'da tutuklandı. Bu zaferin ardından Makedonya dört farklı bölgeye ayrılarak buralarda ayrı ayrı cumhuriyet yönetimleri oluşturuldu. Kralın şahsına ait topraklar ve madenler ise Roma malı ilan edildi.

MÖ 150’lere kadar durum çok fazla değişmeden devam etmiş, bu tarihlerde bölgede Makedon krallarının soyundan geldiğini iddia eden Andriskos adlı kişinin Roma hâkimiyetine karşı ayaklanması sonucu iki yıl süren mücadelenin ardından Romalı komutan Quinctus Caecilius Metellus, Andriskos’la karşılaşarak onu mağlup etmiş ve bölgede Roma hâkimiyetini yeniden tesis etmiştir. MÖ 146'da Roma Makedonya’yı doğrudan idare etme yoluna giderek burayı bir Roma eyaleti haline getirmiştir (Provincia Macedonia).

Makedonya Krallığının Roma tarafından ortadan kaldırılmasına cevap olarak, MÖ 146'da Yunanistan'daki Achaea Birliği Roma'ya karşı bir savaş için seferber oldu. Bu bazen Achaean Savaşı olarak anılır ve Makedonya'nın düşüşünden hemen sonrasına tarihlenir. Achaea Birliği liderleri, Roma'nın çok daha güçlü ve daha büyük rakiplerine karşı zafer kazandığı için Roma'ya karşı bu savaş ilanının umutsuz olduğunu neredeyse kesinlikle biliyorlardı. Roma lejyonu Makedon falanksına üstünlüğünü kanıtlamıştı. Achaea Birliği hızla yenildi ve bir ders olarak Roma, Kartaca'nın yıkıldığı yıl olan MÖ 146'da Roma ordusu Korinth'i MÖ 146'da ele geçirdi ve tamamen yerle bir etti. Ve böylece Yunanistan'ın fethini tamamladı. Bölgede iç istikrarsızlığa ve savaşa yol açan yaklaşık bir asırlık sürekli kriz yönetiminden sonra, Roma Makedonya eyaletini bölerek, Mora yarım adasında Achaea ve Adriyatik kıyısında Epir olmak üzere iki yeni Roma vilayeti oluşturacaktı.

Geç Cumhuriyet (MÖ 147–30)

Gracchuslar

MÖ. 2.yüzyıla gelindiğinde köylüler giderek yoksullaşmış ve borçlanmıştı. Köylü sınıfının kötüleşmesi toplumun diğer kesimlerini de etkiliyordu. Köylünün durumunu düzeltmek iddiası yine aristokratlardan geldi. Köylünün durumunu düzeltmek için ortaya çıkan ve soylu bir Roma ailesinden gelen Tiberius Gracchus, MÖ. 133'te pleb tribunus seçildi. Tiberius Gracchus, Roma'nın İtalya'da ele geçirmiş olduğu toprakların kullanımına ilişkin bir kanun tasarısı hazırladı. Geniş arazilerden oluşan bu topraklar ihtiyacı olan köylülere veya çiftçilikle uğraşanlara dağıtılmalıydı. Her yurttaşın sahip olacağı kamuya ait toprağa sınırlama getirilecek ve böylece elde edilecek topraklar ihtiyacı olanlara dağıtılacaktı. Aristokratlar, kesinlikle büyük miktarda para yitireceklerdi. Senatörlerin kamu arazilerindeki kendi yatırımlarına bir tehdit olarak gördükleri bu tasarıyı kabul etmeleri mümkün değildi. Bu öneriye kesinlikle karşılardı. Tiberius bu yasayı senatonun görüşüne sunmadan doğrudan pleb konseyi'ne sundu; ancak yasa daha muhafazakar bir yapıya sahip olan sanatonun müdahalesiyle Marcus Octavius adlı bir pleb tribunus tarafından veto edildi. Tiberius ya bu yasayı geri çekecekti ya da başka bir tasarı sunacaktı. Bunun üzerine, Marcus Octavius'un halkın menfaatini gözetmediği için görevden alınmasını öngören yeni bir teklif getirdi. Böylece Marcus Octavius görevden alındı. Yeni pleb tribunus tasarıya olumlu bakınca tasarı senatodan geçti.

Tiberius'un tasarısının yasallaşması köylü sınıfında geçici bir rahatlama sağladı. Ancak yeterli maddi kaynakları olmayan köylüler kendilerine dağıtılan toprakları işlemekte ve ürün almada sıkıntıya düştüler. Tam bu sıkıntılı dönemde MÖ. 133'te Pergamon Kralı III. Attalos ölmüş ve Pergamon topraklarını vasiyetiyle Roma'ya bırakmıştı. Bunun üzerine Tiberius, Pergamon topraklarının Roma tarafından ilhak edilmesi ve krallığın servetinin Romalı köylülerin durumunun iyileştirilmesi için kullanılmasını öngören bir yasa tasarısı teklif etti ve bu tasarı kabul edildi. Ancak bu teklif büyük tepki gördü. Tiberius, görevinin sona ermesinden sonra hesap sorulacağı konusunda tehdit edildi. Çünkü devlete ait toprakların tasarrufu gibi temel konular senatonun işiydi. Nitekim Tiberius'un görev sona erince, aleyhinde kampanya arttı. Tiberius ertesi yılın pleb tribunusluğuna aday olduğunu açıklasa da Pontifex Maximusun(baş rahip) başı çektiği bir karşı hareket sırasındaki izdihamda kendisi ve yandaşları senatörlerce öldürüldü. Ancak toprak reformu, yoksul köylülerin ayaklanmasından endişe edildiğinden uygulamadan hemen kaldırılmadı. Yasası çıkarıldı; ancak Tiberius yeni tribünlük seçimlerine adaylığını koyarken öldürüldü. Tiberius'un ölümünden 9 sene sonra erkek kardeşi Gaius Gracchus MÖ 123'te tribün seçildi. Gaius'un en büyük amacı kardeşinin ortaya koyduğu reformlarının sürdürülebilmesi ve senato ile mücadele ederek Tiberius'un intikamını almaktı. Tiberius'un aksine Gaius iyi bir hatipti. Bu nedenle halkı etkileyebilecek bir güce sahipti. Gaius, pleb tribunusların görev süresi 1 yıl olmasına rağmen bir kanun değişikliği ile ertesi yıl da tribunus seçildi. Gaius'un ele aldığı ve çıkardığı yasalar şunlardı; toprak reformu yasasını tekrar harekete geçirerek halka ucuz buğday dağıtımını sağlamak, Asia Eyaleti'nin maddi kaynağının bir bölümünü tekrar Roma'ya kanalize etmek, mahkeme üyelerinin senato sınıfı yerine atlı sınıfından(equites) seçilmesi, yeni koloniler kurulması ve müttefiklere(İtaliklere) yurttaşlık hakkı verilmesiydi. Bunların hepsi çok önemli reformlardı ve senatoya rağmen yasalaşmışlardı. Ancak, müttefiklere de yurttaşlık hakkı verilmesi, aleyhte propaganda sonucu reddedilmişti. Senato ve atlı(equites) sınıfın yanı sıra kendi haklarını müttefiklerle paylaşmak istemeyen yurttaşların da tepkisini çeken Gaius, MÖ. 121 yılı tribunusluğuna seçilemedi. Senatonun verdiği yetkiyle Aventinus Tepesine sığınmış olan Gaius ve taraftarları öldürüldü. Çıkarılan bazı kanunlar devam ettirilmiş, toprak kanunu ile müttefiklere yurttaşlık hakkı öngörenler zamanla yürürlükten kaldırıldı. Halk meclisinin gücünü senatonun üstüne çıkartan Gracchus kardeşlerin öldürülmesinden sonra senato tekrar eski gücüne kavuştu. Ancak atlı sınıf ile senatörler bundan böyle iki ayrı kutupta yer almaya başladılar.

Yugurta savaşı ve Marius reformları

Çarpıcı politik yeteneklerden yoksun sıradan bir konuşmacı olan Gaius Marius, bunlara karşın yetenekli ve cesur bir askerdi. İlk olarak MÖ. 134 yılında Numantia seferinde Scipio Aemilianus'un ordusunda görev almış ve bu seferde çok büyük takdir toplamıştı. MÖ. 119'da soylu ailelerin desteği ile plebis tribünü seçildi. Bu görevdeyken seçim kanunu ve oy verme usulünde değişikliğe gidip aristokratların etkinliğini kırma girişiminde bulundu. Önerdiği yasa sayesinde oy verme işlemindeki baskıyı kırdı. Bu yasa tasarısının iptali için senatoya baskı yapan dönemin konsüllerini ise hapis cezasıyla tehdit ederek püskürttü. MÖ. 115'te aedilis olmak istese de başarılı olamadı ve rüşvetle pretör seçildi. Ertesi sene İspanya'da uzak bir eyaletin valiliğine atandı ve buradaki madenlerin işletilmesinden iyi kazanç elde etti. Aristokrat tabakaya yıllardır kinli olmasına neden olan onların arasına kabul edilmeme sorununa da yaptığı önemli bir evlilikle son verdi. Ünlü bir patrici ailesinin kızı olan Julia ile evlendi ki, Julia ünlü Jül Sezar'ın halasıydı.

Numidya kralı Yugurta'ya karşı olan savaşta Gaius Marius, imperium yetkisi alan konsül Quintus Metellus'un emrinde orduda subay olarak görev almıştı. Afrika'da Yugurta'nın taktiklerine karşı Metellus'un yetersizliği algısını Roma'da yaydı ve akabinde MÖ. 107'de konsül seçilerek ordu komutasını senato'dan elde eden Marius, tarihte Marius reformları olarak bilinen yeniliklere imza attı. Servet esasına göre zenginlerin askerlik yükümlülüğü vardır kanununu değiştirdi ve ordunun profesyonelleşme adımını attı. Alt tabaka kesime ordu yolu açılmıştı, ayrıca lejyonların tertibinde de düzenlemelere gitti. Güçlü bir komuta kademesi kurdu. Halk ve atlı(equestor) sınıftan büyük bir teveccüh görüyordu. Ardından Marius 105-4 yıllarında Numidya'yı istila etti ve bu süreçte Yugurta'yı ele geçirerek savaşı hızla sonuçlandırdı. Romalılar MÖ 104 yılında Numidya'nın denetimi yeniden tamamen ellerine geçirmiş oldular. Numidya toprakları oldukça küçülmüştü. Romalılar kendilerine bağlı krallar aracılığıyla ülkeyi yönetmeyi sürdürdüler. Bu savaşın sonrasında Roma, çöl ve dağlardan oluşan doğal surlarına ulaştığından kıtadaki yayılışına hemen hemen tamamen son vererek Kuzey Afrika'daki son Pax Romana (Roma barışı) ortamını sağlamış oldu. Afrika'daki bu cephe zaferle kapandı. Tüm zafer Marius'a aitti, zaferinin kutlandığı yıl ikinci kez konsül seçildi (MÖ. 104). MÖ. 104-102 yılları içinde kuzey bölgelerde Töton ve Cimbri kabilelerinden oluşan Cermen orduları terör estirmekteydi. Marius, imperium yetkisiyle donatılarak önce Tötonları bugünkü Fransa'nın Aix-en-province bölgesine denk düşen kesiminde karşılayıp bozguna uğrattı (MÖ. 102). Bir sene sonra MÖ. 102 yılının konsülü olan mevkidaşı Catulus'un başarısız olduğu görevi üstlendi ve Vercellae mevkiinde Cimbri kavmini bozguna uğrattı. MÖ. 104-100 arası dört yıl art arda konsül seçilerek Roma Tarihi'nde onulmaz etkiler bırakan Marius, cumhuriyet rejimini de geri dönülmez bir yola sokmuştur.

Sulla ve iç savaş

Pontus Kralı Mitridates MÖ 120'den 63'e kadar Küçük Asya'da (bugünkü Türkiye) geniş bir krallık olan Pontus'un hükümdarıydı. Mitridates krallığını genişletmeye çalışarak Roma'ya karşı çıktı ve Roma'nın kendisi de savaş ve getirebileceği ganimetlerle saygınlık için eşit derecede istekli görünüyordu. MÖ 88'de, Mitridates krallığında yaşayan 80.000 Romalının büyük çoğunluğunun öldürülmesini buyurdu. Bu kırım Birinci Mitridates Savaşı'yla düşmanlık halinin başlaması için verilmiş resmi nedendi. MÖ 88'de Mitridates'i, bastırmak için bir Roma ordusu gönderildi. Ancak ordu yenildi. Marius'un eski questörlerinden biri olan Lucius Cornelius Sulla o yıl için konsül seçilmişti ve Senato tarafından Mitridates'le olan savaşa komuta etmesi emredildi. Sulla, Mitridates'i tamamen Yunanistan'dan dışarı attı; ancak ardından rakibi Gaius Marius tarafından ortaya atılan iç tehdidi yanıtlamak için İtalya'ya dönmek zorunda kaldı. Roma ve Pontus arasında barış yapıldı; ancak bu yalnızca geçici bir ara oldu. Bu yıllarda Gaius Marius nispeten köşesine çekilmişti. Dönemin tribünü Sulpicius Rufus, Mithridates'le savaşan Sulla yerine Populares partisinden Marius'u doğu'ya gönderme kararı aldı. Ancak aristokrat ("Optimates") partisinin bir üyesi olan Sulla, ordusunu İtalya'ya döndürdü ve Roma üzerine yürüdü. Sulla, Marius'un tribününe öyle kızmıştı ki tribünlüğü kalıcı olarak zayıflatmayı amaçlayan bir yasayı yürürlüğe koydu. Ardından Mitridates'le olan savaşına döndü. Ancak Sulla gidince, Marius ve Lucius Cornelius Cinna'nın yönetimindeki Populares kısa zamanda kentin denetimini ele geçirdi. Populares kente egemen olduğu sırada, aynı makama gelmek için beklenen on yıllık aralık geleneğine uymadan Marius'u birkaç kez konsül seçtirerek göreneği hiçe saydılar. Seçilmemiş bireyleri magistra makamlarına getirerek ve halk yasalarının yerine magistra buyruklarını koyarak yerleşik oligarşiye karşı geldiler. Sulla kısa süre içinde Mitridates'le barış yaptı. İç kargaşa MÖ 82'nin başında iki iç savaşla en ağır durumuna ulaşmıştı. Roma kentinin tam da kapılarındaki Collina Kapısı Muharebesi'nde, Sulla önderliğindeki bir Romalı ordusu bir Roma senatosu ordusunu alt ederek kente girdi. Sulla ve yandaşları Marius yandaşlarının çoğunu öldürdüler. Halkçı devrimlerin şiddetli varsaydığı sonuçlarını gözlemlemiş olan Sulla, doğal olarak tutucuydu. Bu itibarla, Senatoyu büyüterek aristokrasiyi güçlendirmekle uğraştı. Sulla kendini diktatör yaptı, bir dizi anayasal yeniliği yürürlüğe soktu. Görevlerini tamamlandığında yapacağına söz verdiği gibi Sulla, güçlerini iade etti ve ailesiyle birlikte olmak için Napoli'ye bağlı Pozzuoli yakınındaki villasına çekildi. Aktrisler, arpistler ve tiyatro insanlarıyla bir araya gelerek, gün boyunca içen Sulla, bu uzak mesafeden, Roma'daki günlük siyasi faaliyetlerin dışında kaldı ama yine de politikalarının dahil edildiği birkaç müdahalesi oldu. Ardından MÖ 78'de öldü. Sulla'nın eylemleri Romalı birliklerin birbirlerine karşı savaş açarak en sonunda cumhuriyeti devirecek ve Roma İmparatorluğu'nun kurulmasına neden olacak bir dönüm noktası oluşturdu.

Köle savaşları

MÖ 135 ve MÖ 71 arasında Roma devletine karşı köle başkaldırılarını içeren üç "köle savaşı" gerçekleşti, üçüncü ve son başkaldırıysa sonuçta Gladyatör Spartaküs'un komutası altındaki 120.000 ve 150.000 arasında köleyi kapsadığından en ciddi olanıydı. İtalya'da yayılan ve artık rejimi tehdit eder hale gelen ayaklanmayı bastırmak için çare arayan Roma Senatosu isyanı bastırma görevini Marcus Licinius Crassus'a verir. MÖ 82 yılındaki iç savaş yıllarında Lucius Cornelius Sulla komutasında savaşmış olan Crassus birliklerinde sıkı hatta gaddar olarak nitelendirilebilen disiplin uygulamaları başlatır, uygulanmamakta olan desimasyon cezasını yürürlüğe koyar. Crassus buna rağmen Spartaküs birlikleriyle savaşacak ve 6 bin köleyi öldürerek galip gelecektir. Crassus'un muzaffer lejyonları ardı ardına gelen galibiyetlerle Spartaküs birliklerini Messina yakınlarındaki Lucania bölgesine sürer. Plutarhos'a göre bu aşamada Spartaküs Kilikyalı korsanlarla görüşerek 2 bin kişiyi Sicilya'ya götürmeyi planlar. Spartaküs'ün amacı köle ayaklanmasını Sicilya'ya taşıyarak birliklerine destek kazanmaktır. Ancak korsanlar paraları alıp anlaşmadan vazgeçince köleler Sicilya'ya geçemez. Spartaküs ve beraberindekiler Rhegium'a geçerler. Crassus'un lejyonları takip ederek arazide çeşitli tahkimatlar kurarlar. Köleler iaşe kaynaklarından uzaklaşmış ve etrafı çevrilmiş durumda kalır.

MÖ 77'de Senato, Sulla'nın eski vekillerinden biri olan Gnaeus Pompeius Magnus'u ("Büyük Pompey") İspanya'daki bir başkaldırıyı bastırmaya göndermişti. Bu aşamada Pompey lejyonları Hispania'daki Quintus Sertorius isyanını bastırdıktan sonra İtalya'ya döner. Pompey birlikleri Senatonun kararı uyarınca Roma'ya uğramadan doğrudan Crassus'un yardımına gider. Crassus artık isyanı tamamen bastırmazsa başarının yeni gelen komutanlara atfedileceğinden korkarak ilerler. Pompey'in yaklaştığını haber alan Spartaküs Crassus ile uzlaşmaya çalışır. Crassus reddedince Spartaküs birlikleri tahkimatlardan kurtularak Petelia'nın doğusundaki dağlık bölgeye kaçarlar. Lejyonlar ayaklanan kölelerin Gannicus ve Castus komutasındaki bir kısmını yakalayarak imha eder. Süren çatışmalarda Crassus lejyonları da kayıplara uğrar. Profesyonel bir silahlı kuvvet olmayan köle ordusu artık dayanmanın sınırına gelmiştir. Artık daha fazla geri çekilmek istemeyen savaşçılar düzensiz bir şekilde Romalılara saldırıyordur. Disiplinin erimekte olduğunu göre Spartaküs geri çekilmeyi durdurarak düşmana cepheden tüm gücüyle saldırır. Siler Nehri Muharebesi olarak bilinen muharebede Spartaküs birlikleri tamamen kırılır. Ordunun neredeyse tamamı savaş meydanında hayatını kaybederken cesedi bulunmayan Spartaküs'e ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Savaş meydanında ölmeyip ele geçirilen savaş esirleri Roma ile Capua arasındaki Appian Yolu boyunca çarmıha gerilir. Fakat Pompey birlikleri doğrudan muharebelere katılmasa da köle ordusunun kılıç artıklarını ele geçirdiği için zaferde önemli payı olduğunu iddia ederek Crassus'un tepkisini çekecektir. Pompeius ve Crassus Populares partisini Sulla'nın anayasasına şiddetle saldırırken buldular. Populares partisi ile bir antlaşma düzenlemeye giriştiler. Antlaşmaya göre eğer hem Pompeius hem de Crassus MÖ 70'te konsül seçilirlerse, Sulla'nın anayasasının çirkin öğelerini yürürlükten kaldıracaklardı. İkisi de kısa süre içinde seçildi ve hızla Sulla'nın anayasasının büyük bir kısmını yürürlükten kaldırdılar.

Pompey'in Akdeniz Korsanları ile Mücadelesi

Korsanların MÖ 86'da Güney İtalya'da Brindisi açıklarında bir Roma filosunu yenilgiye uğratması ve MÖ 75'te o zamanlar genç bir delikanlı olan Gaius Iulius Caesar Milet'in güneyinde Bulamaç Adası'nda korsanlar tarafından esir alınması, korsan tehdidinin ulaştığı boyutu göstermek açısından önemli örneklerdir. Caesar, sonraları bir fidye sonucu serbest bırakılmış ve korsanlara karşı mücadeleye girişmiştir. MÖ 67'de Roma'nın tahıl kaynağı olan Mısır ile ilişkisini kesen korsanlar, Güney İtalya şehirlerine sık sık baskınlar düzenlemeye başlamışlardır.

MÖ 67 yılında Roma Senatosu Gnaeus Pompey Magnus’a askeri diktatörlüğün yanı sıra “lex gabinia de pirates persequendis” kanunuyla oldukça geniş haklar vermiştir. Roma Senatosu Pompey’e seferi için 6.000 talantalık oldukça büyük bir bütçe, 500 gemiden oluşan bir filo, 120.000 asker vermenin dışında denizden 80 km iç kesimlere kadar olan bölgelerden asker toplama, Roma adına vergi koymak gibi yetkilerle donatmıştır. Oluşturulan bu ordu ve bütçe günümüzdeki ortalama bir devletin yıllık askeri harcamasının ve asker sayısının üzerindedir. Bu durumda Roma Senatosu’nun korsanlık tehlikesini ne kadar ciddiye aldığını ve bu sorunun çözülmesi için harcadığı gayreti göstermesi bakımından önemlidir. Gnaeus Pompey Magnus gerçekten de kırk günden az bir sürede Batı ve Orta Akdeniz’i korsanlardan temizlemiş ve deniz güvenliğini sağlamayı başarmıştır. Bu başarısını Roma donanması küçük gruplara bölerek Akdeniz'de farklı stratejik yerlere yerleştirmesine borçludur. Limanı ablukaya aldıktan sonra lejyonlar karadan saldırarak korsanları yok etmekteydi. Bu esnada kaçmaya çalışan korsanlar da denizdeki donanma tarafından saf dışı bırakılmaktaydı. Kilikya korsanlarının merkezi kabul edilebilecek bugünkü Alanya'da bulunan Korakesion da, böylesi bir strateji ile Pompey tarafından fethedilerek Akdeniz'deki büyük korsan ağları ağır bir zarara uğratıldı.

Pompey mevcut korsan çetelerini yok edip onların sığındıkları limanları ele geçirdikten sonra Suriye’den Cebelitarık’a kadar dolaşıp Akdeniz boyunca sürekli devriye gezilecek küçük donanma birlikleri oluşturdu. Pompey, kırk günden az bir sürede Batı ve Orta Akdeniz’i korsanlardan temizlemiştir. Roma lejyonerleri kıyıdaki korsanları Kilikia’nın dağlık kesimlerine çekilmek zorunda bırakmıştır. Pompey, yaptığı bu etkileyici planın son aşamasında korsanlık sorununun tekrar çıkmasını engellemek için Kıbrıs, Rodos ve Suriye’de oluşturduğu kontrol limanları ile Kilikia’da korsanların yeniden toplanmaması için bir abluka oluşturmuştur. Ayrıca Kilikia’da korsanların yerleşebileceği koy ve körfezleri sürekli denetletmiştir. Pompey, korsanların yerel halk tarafından da desteklendiğini bildiği için bölgeyi Roma hâkimiyetine aldıktan sonra bölgede yaşayan toplulukları zorunlu göçe tabi tutmuştur. Kıyı kesiminde yaşayan ve genellikle balıkçılık ve korsanlıktan geçinen bu insanlar bölgenin iç kesimlerindeki önemli tarım alanlarına yerleştirilmiştir. Pompey’un tüm bu faaliyetleri yaklaşık üç ay sürmüştür. Böylece uzun zamandan beri mücadele edilmesine rağmen herhangi bir başarı elde edilemeyen korsanlık sorunu çözülmüştü. Bundan sonra Roma, tüm Akdeniz’in sahibi olarak hareket edecektir.

Üçüncü Mitridates Savaşı, Suriye ve Yahudiye'nin Fethi

Üçüncü Mitridates Savaşı'nda, ilk Lucius Licinius Lucullus, ardından da Pompey Mitridates'in üzerine gönderildi. Pompey, MÖ 65 yılında, şimdiki Şebinkarahisar-Bayramköy bölgesinde, Pontus Kralı VI. Mithridates'in ordusu ile yapılan savaşta, Roma ordusuna komuta etti. Mitridates sonunda Pompey'e gece Likus Muharebesi'nde yenildi. Ülkesi Roma'ya bağlı bir devlet haline geldi. Pompey, Şebinkârahisar-Bayramköy bölgesine, zafer kazanma evi anlamına gelen "Nicopolis" kentini kurdu. Athena (günümüzde Pazar) şehri de Pompey tarafından kuruldu.

Akdeniz bu sırada çoğu Kilikyalı olan korsanların eline düşmüştü. Korsanlar sırf nakliye rotalarını boğazlamadılar, Yunanistan ve Asya kıyılarındaki pek çok kenti de yağmaladılar. Pompey korsanlara karşı savaşması için özel bir donanma çalışma koluna komutan atandı. Denizin batıdaki kısmını korsanlardan temizleyerek İberya (İspanya), Afrika ve İtalya arasındaki iletişimi onarması Pompey'in yalnızca kırk gününü aldı.

Pompey, Roma'nın Küçük Asya'daki yeni eyaletlerinin güneydoğusundaki siyasi istikrarsızlıktan endişe duyuyordu. Hem Suriye hem de Yahudiye istikrardan yoksundu. Suriye'de Selevkos İmparatorluğu parçalanıyordu, Yahudiye'de bir iç savaş vardı. M.Ö 65 yılında Pompey, iki teğmen Metellus ve Lollius'u Şam'ı ele geçirmek için Suriye'ye gönderdi. M.Ö. 64/63 kışında Pompey, ordusunu Suriye'nin Selevkos başkenti Antakya'da kışlattı, burada çok sayıda elçi ağırladı ve sayısız anlaşmazlıkta hakemlik yapmak zorunda kaldı. M.Ö.63 yılının başında sezonunun başında Pompey Antakya'dan ayrıldı ve güneye yürüdü. Yahudi bir haydut tarafından yönetilen Lysias, Silas ve Suriye'nin eski askeri başkenti Apameia'yı ele geçirdi. Dsonra Libanus silsilesinin ve Sidon'un kuzeyindeki sahilin soyguncu çetelerine karşı çıktı. Pompey ordusu daha sonra Lübnan Dağları'nı geçti, Pella'yı aldı ve Suriye, Mısır ve Yahudiye'nin her yerinden büyükelçiler tarafından karşılandığı Şam'a ulaştı. Böylece, Suriye'nin tamamını ele geçirdi ve bu andan itibaren Suriye bir Roma eyaleti olacaktı.

Catilina Komplosu

MÖ 66'da, çeşitli sınıfların kötü durumları üzerine eğilmek üzere anayasal ya da en azından barışçıl, yöntemleri kullanma hareketi başladı. Birkaç başarısızlığın ardından, hareketin önderleri amaçlarına ulaşmak için gerekli her türlü yöntemi kullanmaya karar verdiler. Hareket Lucius Sergius Catilina adlı bir soylunun önderliği altında birleşti. Hareketin merkezi kırsal çalkantının yuvası olan Faesulae kasabasıydı. Taşralı hoşnutsuz kimseler Roma üzerine yürüyecekler ve kent içerisindeki bir başkaldırıdan yardım alacaklardı. Konsüllerin ve senatörlerin çoğunun suikastının ardından Catilina, yeniliklerini yasalaştırmada özgür olacaktı. Komplo MÖ 63'te harekete geçirilecekti. O yılın konsülü, Marcus Tullius Cicero idi.

Cicero, yoğun bir hukuk öğrenimi görmüş, daha sonraları ise edebiyat ve felsefeyle daha çok ilgilenmeye başlamıştır. Savaşı hiç sevmezdi, mahkemelere başkanlık yapmış, ünlü ve başarılı bir hukukçu olmuştu. Daha sonraları ise konsül olmuştu. Daha önce ailesinden hiçbir kimse konsül olmamıştı, yani o bir homo novus idi. Cicero, Catilina'nın daha fazla üye almak için gönderdiği bildirileri alıkoydu. Sonuç olarak, Roma'daki komplocuların elebaşları (içlerinde eski bir konsül de olmak üzere) [anayasaya uygunluğu kuşkulu] Senato yetkisine dayanarak idam edildiler ve tasarlanmış ayaklanma bozuldu. Ardından Cicero, Catilina'nın güçlerini bozguna uğratan bir ordu gönderdi. Catilina komplosunun en önemli sonucu Populares partisinin saygınlığını yitirmesiydi.

İlk Triumvirlik

Hispania Ulterior eyaletine yönetici olarak atanmış olan Jül Sezar (Iulius Caesar), borç batağında olduğundan Roma'nın en zengin adamlarından olan Marcus Licinius Crassus'a başvurmuştu. Crassus, Pompey'in menfaatlerine karşı olan muhalefetinde kendisine destek olması karşılığında Sezar'ın borçlarının bir kısmını ödedi ve geri kalanlarına da garantör oldu. Hispania'da Callaici ve Lusitanilerin topraklarını fethetti ve birlikleri tarafından imparator olarak selamlandı. Borçlarla ilgili kanunu reforme etti ve valilik görevini yüksek bir itibarla tamamladı. Sezar zaferlerinden dolayı bir Roma Zafer Alayı ile ödüllendirilmişti. Ancak Sezar'ın gözü cumhuriyetin en yüksek magistralığı olan konsüllük görevindeydi. Ortada bir sorun vardı ve Sezar eğer zafer alayına katılırsa bir asker olarak kalmalı ve Roma şehir surlarının gerisinde beklemeliydi ancak konsüllük seçimlerine katılmak istiyorsa komutayı bırakmalı ve şehre sıradan bir yurttaş gibi girmeliydi. Aynı anda iki seçeneğin de gerçekleşmesi olanaksızdı. Senatodan seçimlere in absentia (gıyabında) olarak katılmak için izin istedi ancak bu talep Cato tarafından bloke edildi. Zafer alayı ve Konsüllük arasında bir seçim yapmak durumunda kalan Sezar, Konsüllüğü seçti.

Konsüllük için yarışan üç aday vardı: Sezar, birkaç yıl önce Sezarla birlikte aedile olarak görev yapmış olan Marcus Calpurnius Bibulus ve Lucius Lucceius. Seçim kirli bir mücadeleye sahne oluyordu. Sezar, Cicero'nun desteğini istemiş ve zengin birisi olan Lucceius'la ittifak yapmıştı. Ancak mali durumu Bibulus karşısında yetersiz kalmış ve buna ilaveten rüşvet yemezliği ile ünlü Cato'nun bile Bibulus'tan rüşvet alarak onun tarafını tuttuğu söylentisi yayılmıştı. Sonuç olarak Sezar ve Bibulus, MÖ 59 yılı için konsül seçildiler.

Sezar, borcu yüzünden Crassus'a politik olarak bağımlı olduğu halde, Senatoda emekli askerleri için doğuda yerleşim yerleri ve tarım arazileri tahsis edilmesi mücadelesinde başarısız olan Pompey ile de iyi geçinmeye çalışmıştı. Pompey ve Crassus, birlikte konsüllük yaptıkları MÖ 70 yılından beri kavgalıydı ve Sezar birisiyle ittifak kurmanın diğerini kaybetmek anlamına geldiğini bildiğinden aralarını bulmaya çalışmıştı. Bu üçlünün, kamu işleri üzerinde kontrolü sağlayabilmek için hem paraları hem de politik nüfuzları vardı. Birinci Üçlü Yönetim olarak bilinen bu gayri resmî ittifak, Pompey'in Sezar'ın kızı Julia ile evlenmesiyle daha da sağlamlaştırıldı. Bu arada Sezar da ertesi yıl konsül seçilecek olan Lucius Calpurnius Piso Caesoninus'un kızı Calpurnia ile evlendi.

Jül Sezar, Pompey'e söz vermiş olduğu yasaları kurulların onayına sundu. Bibulus bu yasaların çıkmasına engel olmaya yeltendi ve bunun üzerine Jül Sezar yasaların geçişini sağlamak için şiddet içeren yöntemler kullandı. Jül Sezar ardından üç eyaletin valisi yapıldı. MÖ 58 yılında eski patrici Publius Clodius Pulcher'in tribünlüğe seçimini kolaylaştırdı. Clodius, Jül Sezar'ın senatör düşmanlarının en dikbaşlı ikilisi Cato ve Cicero'yu görevden almaya koyuldu. Clodius, Cicero'nun acılı bir düşmanıydı; çünkü bir kutsal olana saygısızlık davasında kendisi aleyhinde tanıklık etmişti. Clodius, Cicero'yu Catilina komplosu sırasında yurttaşları duruşmasız idam ettiği için yargılama girişiminde bulundu; sonucunda Cicero gönüllü olarak sürgüne gitti ve Roma'daki evi yakıldı. Clodius, onu birkaç yıllığına Roma'dan uzak tutacak olan Kıbrıs işgaline Cato'nun önderlik etmesini gerektiren bir yasa tasarısı da geçirdi. Clodius halka bedava tahıl yardımı veren bir yasa tasarısını da geçirdi.

Jül Sezar'ın Britanya ve Galya Seferi (MÖ 59–50)

MÖ 59'daki konsül döneminin ardından, beş yıllık bir dönemliğine Galya Çisalpine (bugünkü Kuzey İtalya), Galya Narbonensis (bugünkü Güney Fransa) ve İllirya (bugünkü Balkanlar) Valiliği'ne prokonsül olarak atandı. Ancak Sezar hâlâ çok borçluydu ve bir eyalet yöneticisi olarak para edinmek için ya zorla vergi toplamak ya da askerî bir maceraya girişmekten başka çıkar yolu yoktu. Jül Sezar, kendisine peşinde koştuğu çarpıcı askeri başarıyı verecek olan Galya'nın istilası için sebep arıyordu. İki yerel kabilenin Roma eyaleti Galya Narbonensis'e uzanan bir yol üstünde göçmeye başlamasu üzerine, Jül Sezar MÖ 58'den MÖ 49'a dek süren Galya Savaşları için kendisine gereken ucu ucuna uygun gerekçesini bulmuştu. Yeni iki Lejyon toplayan Sezar bu kabileleri yendi ve ordusunu kış için Sequani topraklarında konuşlandırarak Gallia Narbonensis'in ötesindeki topraklara karşı ilgisinin geçici olmadığı sinyalini verdi.

Göreve gelişinin ikinci yılında sahip olduğu askerî gücü, Cisalpine Galya eyaletinden topladığı iki yeni Lejyonla iki katına çıkardı. Cisalpine Galya eyaleti sakinleri Roma yurttaşı olmadığı için bu eylemin yasallığı tartışmalıydı. Sezar'ın bir önceki yılki eylemlerine karşılık Kuzeydoğu Galya'nın Belgic kabileleri silahlanmaya başladılar. Sezar bu duruma sert bir hareketle cevap verdi ve birleşik Belgic (Belçika) ordusuna karşı başarısız bir muharebenin ardından kabileleri parça parça fethetti. MÖ 55 yılında, Galya'ya karşı Cermen kabileleri tarafından gerçekleştirilen bir işgal girişimini defeden Sezar, Britonların bir önceki yıl kendisine karşı savaşan Venetilere yardım ettiği gerekçesiyle Britanya'ya geçti ve Britanya'ya sefer düzenleyen ilk Romalı oldu. Ertesi yıl daha büyük bir güç ve daha iyi hazırlanarak geri dönen Sezar Britanya'nın içlerine kadar ilerledi.

MÖ 52 yılında Arverni kabilesinden Vercingetorix'in liderliğini yaptığı yeni bir isyan tüm Galya'ya yayıldı. Vercingetorix tüm Galya kabilelerini bir araya getirmeyi başarmış ve Sezar'ı Gergovia Savaşı da dahil birkaç çarpışmada yenerek askeri yeteneğini göstermişti ancak Sezar'ın Alesia Savaşı'ndaki özenle hazırlanmış kuşatma planı karşısında nihayet teslim olmak zorunda kalmıştı. Ertesi yıl boyunca süren dağınık isyanlara rağmen Galya tam olarak fethedildi. MÖ 50'ye gelindiğinde, Galya'nın bütünü Roma'nın elinde bulunmaktaydı. Galya asla Kelt kimliğini bir daha kazanamadı, asla başka bir ulusalcı ayaklanmaya daha kalkışmadı ve 3. yüzyıldaki bunalımın dışında, 476 yılına dek Roma'ya bağlı kaldı.

İlk Triumvirlik'in sonu

Clodius kenti yıldıran silahlı çeteler oluşturdu ve sonunda Pompey'in yandaşlarına saldırmaya başladı. Onlar da cevaben Titus Annius Milo tarafından oluşturulmuş karşı-çeteler için parasal kaynak sağladılar. Triumvirliğin siyasal müttefikliği parçalanıyordu. Domitius Ahenobarbus MÖ 55'te Jül Sezar'ın yönetimini ondan almak için konsüllüğe yöneldi. Sonunda, Lucca'da triumvirlik yenilendi. Pompeius ve Crassus'a MÖ 55 yılı için konsüllük sözü verildi ve Jül Sezar'ın vali olarak süresi beş yıl olarak uzatıldı. MÖ 53'te, Crassus Part İmparatorluğu'na karşı bir istila başlattı. Başlangıçtaki başarılardan sonra, çölün derinliklerine ordusunu yürüttü; ancak burada, düşman bölgesinin derinliklerindeki, Harran yakınlarında yapılan Carrhae Muharebesi'nde ordusunun etrafı sarıldı ve kendisi de katledilerek yok edildi. Crassus'un ölümü Triumvirlik'in sonu oldu ve Sezar ile Pompeius ayrı hareket etmeye başladılar. Sezar, Galya'da savaşıyorken Pompey, Sezar'ın siyasal düşmanlarıyla el altından destekliyordu. Sezar'ın Britanya'da seferde olduğu sırada Pompey'in karısı olan kızı Julia doğum yaparken öldü. Sezar, ittifak anlaşmasını yenilemek ve desteğini kaybetmemek için Pompey'e Gaius Marcellus'la evli olan yeğeni Octavia'yı teklif ettiyse de Pompey bu öneriyi reddetti. Bu olay Pompeius ile Jül Sezar arasında kalan son bağı da koparmış oldu.

İç savaş ve Jül Sezar'ın diktatörlüğü (MÖ 49–44)

MÖ 50 yılında Pompey'in önderliğindeki Senato, prokonsüllük görevinin sona erdiği gerekçesiyle Sezar'a Roma'ya geri dönmesi ve ordusunu terhis etmesi emrini verdi. Dahası, Senato Sezar'ın in absentia (gıyabında) ikinci kez konsül seçilmesini de yasakladı. Sezar, konsüllerin kullandığı dokunulmazlık hakkı ya da ordusunun gücü arkasında olmadan Roma'ya girmesi halinde kovuşturmaya uğrayacağını ve politik olarak dışlanacağını düşünüyordu. Pompey, Sezar'ı başkaldırı ve vatana ihanetle suçladı. Sezar'ın 10 Ocak MÖ 49'da generallerin ordularıyla geçmelerinin yasak olduğu Rubicon nehrini "Lejyon XIII Gemina" ile geçmesiyle Roma'da iç savaş başlamış oldu. Plutarch, Sezar'ın Rubicon'u geçtiğinde Atinalı bir oyun yazarı olan Menandros'a ait ἀνερρίφθω κύβος Latince alea iacta est yani "ok yaydan çıktı" deyişini kullandığını söyler.

Sezar'ın sahip olduğu tek lejyon olan Onüçüncü Lejyon'dan çok daha fazla bir güce sahip olmasına rağmen Pompey'in savaşmaya pek niyeti yoktu ve Roma'nın boşaltılmasını buyurdu ve muhafazakâr cumhuriyetçiler Pompey komutası altında Yunanistan'a kaçtılar. Sezar, Senato ve Lejyonlarını kıstırarak Pompey'i kaçmadan yakalama umuduyla onu Brindisium'a kadar kovaladı. Pompey onu atlattı ve Sezar'ın barikatları yıkmasından hemen önce limandan demir alarak kurtulmayı başardı. Limanda bulunan tüm gemiler Pompey tarafından birliklerinin tahliyesi için kullanıldığından onu takip etmek mümkün değildi ve bunu üzerine Sezar yönünü Hispania'ya çevirdi. Roma'yı Marcus Aemilius Lepidus'un prefect'liğine ve İtalya'nın geri kalanını tribün Marcus Antonius'un kontrolüne bırakan Sezar, şaşırtıcı bir hızla 27 gün içinde Hispania'ya ulaştı ve kendisine katılan iki Galya Lejyonu ile Pompey'le hesaplaşmak üzere doğuya, Yunanistan'a doğru ilerledi. 10 Temmuz MÖ 48'de Dyrrhachium'da yapılan savaş sırasında tahkimat hattının yıkılması nedeniyle neredeyse felaketle sonuçlanabilecek bir bozgundan kıl payı kurtuldu. Sezar, kısa süre sonra yapılan Pharsalus Muharebesi ile kendisinden çok daha güçlü, kendi piyadelerinin iki katı piyade ve kayda değer miktarda süvari fazlası olan Pompey'i MÖ 48 yılında kesin olarak yenilgiye uğrattı. Roma'da Sezar diktatör olarak atanırken Marcus Antonius da onun Magister Equitum'u olarak göreve başladı. Bu, Sezar'ın kişiliğini kutsallaştırmış oldu ve Senatoyu veto etme gücünü verdi ve Pleb Konseyi'ne egemen olmasını sağladı. Sezar, Pompey'i İskenderiye'ye kadar kovaladı. Ancak Pompey, İskenderiye'ye vardığında Kral XIII Ptolemaios'un hizmetinde çalışan eski bir Romalı subay tarafından öldürüldü. Pompey'in peşinden İskenderiye'ye gelen Sezar, anlatılanlara göre XIII. Ptolemaios'un mabeyincisi Pothinus tarafından kendisine hediye olarak takdim edilen Pompey'in kesik başına ağlamıştı. Ardından XIII. Ptolemaios ve onun kız kardeşi, karısı ve aynı zamanda vekil kraliçe olan Firavun Kleopatra VII arasındaki iç savaşa müdahil oldu. Bunun sebebi belki de Ptolemaios'un Pompey'in katlindeki rolüdür. Sezar Kleopatra'nın tarafını tuttu. Her halükârda, Ptolemaik güçler MÖ 47 yılında yapılan Nil Muharebesi ile Sezar tarafından yenildiler ve hemen ardından Sezar'dan Caesarion adlı bir çocuğu olduğundan şüphelenilen Kleopatra, tahta çıkarıldı. Sezar ve Kleopatra İskenderiye iç savaşı sırasında elde ettikleri zaferi MÖ 47 yılı baharında Nil üzerinde düzenledikleri bir zafer alayı ile kutladılar. Kraliyet kayığına eşlik eden 400 gemi, Sezar'a Mısır Firavunlarının sahip olduğu ihtişamı yansıtmayı amaçlıyordu.

MÖ 47 yılının ilk aylarını Mısır'da geçiren Sezar, daha sonra Anadolu'ya yöneldi ve Pontus kralı II. Farnekes'i yok edeceği Zela Savaşı'nı kazandı. Zela Savaşı'ndaki zaferi anlatan "Veni, vidi, vici" (Türkçe: Geldim, gördüm, yendim) sözlerini yazarak Roma'da bulunan yardımcısı Gaius Matius'a gönderdi. Ardından Pompey'in Afrika'da kalan senatoryal destekçileri ile hesaplaşmak üzere 28 Aralık MÖ 47 tarihinde Afrikaya geçerek Hadrumetum'da (modern Sousse, Tunus) karaya çıktı. Pompey ortadan kalkmıştı ancak muhafazakâr Cumhuriyetçiler teslim olma niyetinde olmadıklarından Marcus Cato ve Caecilius Metellus Scipio liderliğinde Afrika eyaletlerinde bir direniş organize etmişlerdi. Doğu eyaletlerinde kontrolü sağlayıp, Roma'ya kısa bir ziyaret gerçekleştiren Sezar muhaliflerini takip etmek amacıyla 28 Aralık MÖ 47 tarihinde Afrikaya geçerek Hadrumetum'da (modern Sousse, Tunus) karaya çıktı. Şubat başında Sezar Thapsus'a geldi ve kenti, güney girişini üç sıra tahkimatla kapatarak, kuşattı. Metellus Scipio önderliğindeki cumhuriyetçiler konumlarını kaybetme riskini göze alamayarak savaşı kabul etmek zorunda kaldılar. Sezar'ın süvarileri başarılı bir manevra ile üstün gelerek parlak bir zafer kazandı. Thapsus Muharebesi sonrasında Metellus Scipio ölürken Cato ise intihar etti. Bununla beraber, Pompey'in oğulları Gnaeus Pompeius ve Sextus Pompeius, Sezar'ın eski Legatesi ve Galya savaşlarının iki numaralı komutanı Titus Labienus ile birlikte Hispania'ya kaçtı. Sezar takibe devam etti ve geri kalan son muhalifleri de MÖ 45 yılı Mart ayında yapılan Munda Muharebesi ile yok etti.

Bu süre zarfında, Sezar MÖ 46 yılında Marcus Aemilius Lepidus'la üçüncü ve MÖ 45 yılında meslektaşı olmadan dördüncü defa Konsül seçildi. Sezar düşmanlarını yasaklamak yerine hepsini affettiği için kendisine karşı güçlü bir muhalefet yoktu. 21 Nisan tarihinde Munda'da elde ettiği zaferin onuruna büyük oyunlar ve kutlamalar düzenlendi. Jül Sezar artık Roma devletinin birincil kişisiydi ve güçlerini büyütüp sağlamlaştırdığından düşmanları zorba bir hükümdar olmaya yönelik tutkuları olduğundan korkuyordu. Sezar daha önce MÖ 63 yılında, görevleri arasında takvimi ayarlamak da bulunan Pontifex Maximus seçilmişti. Bu yetkiyle mevcut takvim sistemi üzerinde gerçekleştirdiği revizyon, yaptığı en etkili ve uzun soluklu reformlardan biri olarak tarihe geçti. Sezar MÖ 46 yılında her dört yılda bir artık yıl hesabına dayalı 365 günlük takvim sistemini geliştirdi (Jülyen takvimi olarak bilinen bu takvim Papa XIII. Gregorius tarafından 1582 yılında revize edilerek günümüzde kullanılan Gregoryen takvimi oluşturulmuştur). Bu reformun bir sonucu olarak 455 gün uzunluğundaki standart bir Roma yılı mevsimlere bölünmüş oldu. Gregoryen takviminin 7. ayına Sezar'ın onuruna "July" (Latince Iulius'tan türetilmiştir) adı verilmiştir.

MÖ 45 yılı Eylül ayında İtalya'ya geri dönen Sezar vasiyetini hazırladı ve yeğeni Octavian'u unvanı da dahil olmak üzere sahip olduğu her şeyin mirasçısı olarak tayin etti. Sezar ayrıca Octavian'ın kendisinden önce ölmesi durumunda ikinci varis olarak Marcus Junius Brutus'u belirledi. Bazı kaynaklarda Brutus'u evlatlık oğul ilan ettiği de söylenir. Sezar ve Kleopatra hiç evlenmediler zira Roma kanunlarına göre bunu yapmaları mümkün değildi. Evlilik kurumu sadece Roma yurttaşları arasında yapıldığında geçerli oluyordu ve Kleopatra Mısır kraliçesiydi. Kleopatra Roma'yı birkaç kez ziyaret etti ve bu ziyaretlerinde Sezar'ın Romanın hemen dışında, Tiber kıyısındaki villasında ikamet etti. Bu dönemde Sezar Forumu ve içinde bulunan Venüs Genetrix Tapınağı ile birlikte pek çok kamu binası inşa edildi.

Jül Sezar'a suikast ve İkinci Triumvirlik

Yaşamının sonuna yakın, Jül Sezar Part İmparatorluğu'na karşı bir savaşa hazırlanmaya başladı. Roma'da yokluğu kendi konsüllerini başa geçirme gücünü sınırlayacağından bütün magistraları ve bütün konsülleri ve tribünleri atamasını sağlayan bir yasayı geçirdi. Bu durum magistraları halkın temsilcileri olmaktan diktatörün temsilcileri olmaya dönüştürdü. Jül Sezar'a MÖ 44'te Gaius Cassius ve Marcus Brutus önderlik ettiği bir suikast tertip edildi. Komplocuların dürtüleri hem kişisel hem de siyasaldı. Komplocular genellikle, pek çoğu Jül Sezar Senatoyu gücünden ve saygınlığından yoksun bıraktığı için kızmış olan senatörlerdi. Diğerleriyse gücünü kötüye kullanan ve bir kral olarak mutlak hükümdarlığa giden yolu engellerden arındıran bir tiran olduğuna inanıyorlardı. Senatörler, kendisini sağlama almadan önce Jül Sezar'ı yok etmeyi kendilerine vazife bildiler. Jül Sezar'ı MÖ. 15 Mart 44'te Senatonun toplanacağı Pompeius'un tiyatrosunda bıçaklayarak öldürdüler. Bunu izleyen iç savaş cumhuriyetten kalanları da yok etti.

Suikastın ardından Cicero'nun popülaritesi tekrar arttı; Senato'nun en güçlü, en sözü geçer adamı haline geldi. Sezar'dan sonra giderek güçlenen Marcus Antonius'u sevmiyordu. Yine de Marcus Antonius ve Cicero dönemin en güçlü iki adamı olarak diğerlerinden daha öne çıkıyordu. Sezar'ın veliahtı Octavianus İtalya'ya varınca Cicero, Marcus Antonius'a karşı onu savunmaya başladı. Sürekli Marcus Antonius'u eleştiriyor, Octavianius'u ise övüyordu. Senatoyu da Marcus Antonius'a karşı kışkırtmıştı. Kafasındaki plan hem Octavianus hem de Antonius'u aradan çıkarmaktı. Ancak Marcus Antonius, Jül Sezar'ın evlat edindiği oğlu ve büyük-yeğeni Octavianus ile bir anlaşma yaptı. Marcus Aemilius Lepidus ile birlikte, İkinci Triumvirlik olarak bilinen bir bağlaşıklık oluşturdular. Cicero'yu devlet düşmanı ilân ettiler. Cicero kaçtı, fakat yakalandı. MÖ 43 yılının 7 Aralık günü başı kesilerek idam edildi. Başı Forum Romanum'daki Rostra'da halka teşhir edildi, elleri ise Senato binasının kapısına çivilendi.

Marcus Antonius, Lepidus ve Octavianus, Jül Sezar'ın anayasasının güvencesi altına almış olduğu güçlere neredeyse eş güçleri ellerinde tuttular. Bu itibarla, Senato ve kurullar güçsüz kaldı. MÖ 43'te Triumvirler Marcus Antonius ile Octavianus, Sezar'ın suikastçıları Brutus ve Cassius'a karşı Filippi Muharebesi'nde savaştı. Brutus'un Octavianus'u yenmesine karşın, Marcus Antonius, Cassius'u yendi. Kısa süre sonra Brutus da ona katıldı. Ancak Octavianus kendisinin kayırdığı bir seçmen grubu kurdu ve ardından Marcus Antonius'a karşı bir mücadele başlattı. Denizdeki Yunanistan kıyılarına yakın Aktium Muharebesi'nde Octavianus, Marcus Antonius ve Kleopatra'yı bozguna uğrattı. Marcus Antonius aşkı Kleopatra ile kendisinin canına kıydı. MÖ 29'da, Octavianus Roma'ya tartışmasız imparator olarak döndü. MÖ 27'de Octavianus'a diğer bütün Romalılar üzerinde birincil konumunu belirten Agustus - "Ulu Olan" ve "Prinçeps" adlarının kullanımı bağışlandı ve "İmparator Kayser" sanını alarak ilk Roma İmparatoru oldu.

Anayasa

Roma Cumhuriyeti'nin anayasası daha çok gelenek sayesinde kuşaklarca aktarılan bir yazısız yönergeler ve ilkeler dizisiydi. Roma anayasası resmi bir yazılı anayasa belgesi içermemekte idi. Anayasa kurallarının büyük bir kısmı resmi olarak bir belgeye yazılmamıştı. Bu anayasa kuralları sürekli olarak gelişirdi.

Roma Cumhuriyeti'nin Senatosu

Senato'nun yüksek yetkisi; değeri ve saygınlığından gelmekteydi. Bu değer ve saygınlık, hem Senatörlerin yüksek yetenek ve saygınlığı hem de gelenek ve görenek temeline dayanıyordu. Senato senatus consultum denen buyrukları yürürlüğe sokardı. Bu resmi olarak Senatodan bir magistraya "öğüt"tü. Gene de, uygulamada bunlara genellikle magistralarca uyulmaktaydı. Roma Senatosu'nun odağı dış işlerine yönlendirilirdi. Askeri çatışmaların yönetiminde teknik olarak hiçbir resmi rolü olmamasına karşın, Senato böyle konuları denetleyen en büyük güçtü.

Yasayıcı Kurullar

Magistra seçimi, yeni yasalar, idam cezasının yürütümü, savaş ve barış ilanı, müttefiklik oluşturma ya da bozmaya ilişkin son sözü söyleyecek kişi Roma Halkı - yani yasayıcı kurullardı. iki tür yasayıcı kurul vardı. İlki bütün yurttaşların kurulları olan comitia ("komiteler") idi. İkincisi belirli yurttaş kümelerinin kurulları olan concilia ("konseyler") idi.

Çentürya Kurulu

Yurttaşlar çentüryalar ve tribüsler temeline dayanarak oluşmuştu. Çentüryalar ve tribüsler kendi kurullarında toplanırlardı. Comitia Centuriata çentüryaların kuruluydu. Comitia Centuriata'nın başkanı genellikle bir konsüldü. Çentüryalar, çoğunluklarından bir destek alınana dek birer birer oylamaya katılırlardı. Comitia Centuriata, imperium gücü olan magistraları (konsülleri ve pretörleri) seçerdi. Çensörleri de bu kurul seçerdi. Yalnızca Comitia Centuriata savaş ilan edebilirdi ve bir nüfus sayımının sonuçlarını onaylayabilirdi. Belirli türel olaylarda en yüksek temyiz mahkemesi olarak da hizmet etmiştir.

Tribüs Kurulu

Tribüslerin kuruluna, Comitia Tributa'ya, bir konsül başkanlık ederdi ve otuz beş tribüsün birleşmesiyle oluşmaktaydı. Tribüsler etnik ya da içinde akrabalık bağı taşıyan kümeler değildi, daha çok coğrafi bölümlerdi. Otuz beş tribüsün oylayacağı sıra rastgele kurayla seçilirdi. Tribüslerin çoğunluğundan bir destek alındı mı, oylama sona ererdi. Pek çok yasayı yürürlüğe sokmazken Comitia Tributa; küestörleri, kurulis adellerini ve askeri tribünleri seçerdi.

Pleb Konseyi

Pleb Konseyi; kendi tribüslerinde toplanan pleblerin, patrici olmayan Roma yurttaşlarının, kuruluydu. Kendi yetkililerini, pleb tribünlerini ve pleb adellerini, seçerlerdi. Genellikle bir pleb tribünü kurula başkanlık ederdi. Bu kurul pek çok yasayı yürürlüğe sokardı ve bir temyiz mahkemesi olarak da hizmet edebilirdi. Tribüsler temelinde oluştuğundan dolayı, kuralları ve yöntemleri Comitia Tributa'nınkilerle neredeyse özdeşti.

Yürütücü Magistralar

Her bir magistra maior potestas ("büyük güç") ile yetkilendirilirdi. Yine her bir magistra eşit ve daha düşük rütbece bir magistra tarafından yapılmış herhangi bir işlemi veto edebilirdi. Öte yandan pleb tribünleri ve pleb adelleri diğer magistralardan bağımsızlardı.

Magistra güçleri ve bu güçler üzerindeki denetimler

Her bir cumhuriyet magistrası belirli anayasal güçlere sahipti. Yalnızca Roma Halkı'nın (hem plebler hem de patriciler) bu güçleri herhangi bireysel bir magistraya sunma hakkı vardı. En büyük anayasal güç imperium idi. Hem konsüller hem de pretörlerin imperiumu vardı. Imperium bir magistraya askeri bir güce komuta etme yetkisi veriyordu. Bütün magistraların baskı gücü de vardı. Bu, magistralarca kamu düzenini sürdürmek için kullanılıyordu. Roma'dayken, bütün yurttaşlarınsa baskıya karşı bir yargı gücü vardı. Bu korumaya provocatio deniyordu (aşağıya bakınız). Ayrıca, magistraların kehanetlere bakması hem bir güç hem de bir görevdi. Bu güç sık sık siyasal muhalifleri engellemek için kullanılırdı.

Bir magistranın gücü üzerindeki denetimlerden biri meslektaş(lar)ıydı. Her bir magistra makamında eşzamanlı olarak en az iki kişi bulunurdu. Bir magistranın gücü üzerindeki bir başka denetim ise provocatio idi. Provocatio ilkel bir hukuki usul biçimiydi. Bu, habeas corpusun bir öncüsüydü. Eğer herhangi bir magistra devletin güçlerini bir yurttaşa karşı kullanmaya yeltenirse, bu yurttaş magistranın kararını bir tribüne temyize götürebilirdi. Ayrıca, bir magistranın makamındaki yıllık döneminin süresi doldu mu, yeniden bu makamda hizmet etmesi için on yıl beklemesi gerekiyordu. Bu, bazı konsüller ve pretörler için sorun yarattığından, bu magistralar kimi zamanlar imperiumlarının süresini uzattırırlardı. Aslında, resmi açıdan o makamda bulunmadan makamın güçlerini (bir promagistra olarak) alıkoyarlardı.

Konsüller, pretörler, çensörler, adeller, küestörler, tribünler ve diktatörler

Roma Cumhuriyeti'nin konsüllüğü en yüksek olağan magistra rütbesiydi; her bir konsül bir yıllığına hizmet ederdi. Konsüllerin hem sivil hem de askeri konularda en üstün gücü vardı. Roma kentindeyken, konsüller Roma hükûmet başkanıydılar. Senatoya ve kurullara başkanlık ederlerdi. Yurtdışındaykense, her bir konsül bir orduyu komuta ederdi. Yurtdışındaki yetkileri neredeyse saltıktı.

Pretörler kamu hukukunu yönetirdi ve eyalet ordularını komuta ederlerdi. Her beş yılda bir, on sekiz aylık bir dönem için iki çensör seçilirdi. Makamdaki dönemleri sırasında, iki çensör bir nüfus sayımı yaparlardı. Nüfus sayımı sırasında, Senatoya yurttaş kaydedebilir ya da Senatodan yurttaş tasfiye edebilirlerdi. Adeller Roma'da halka açık oyunların ve gösterilerin yönetimi gibi içişlerini yürütmek için seçilen memurlardı. Küestörler genellikle Roma'daki konsüllere ve eyaletlerdeki valilere yardım ederlerdi. Görevleri sık sık maliydi.

Tribünler pleblerin somut örnekleri sayıldıklarından, kutsallardı. Bu kutsallık, pleblerce içilen ve makamdaki dönemi sırasında bir tribüne zarar vermiş veya onunla çatışmış herhangi bir kişiyi öldürmeyi gerektiren bir antla yerine getirilirdi. Tribünlerin bütün güçleri bu kutsallıktan türerdi. Bu kutsallığın açık bir önemi; bir tribüne zarar vermenin, vetosuna aldırmamanın ya da onunla çatışmanın idamlık ceza sayılması gerçeğiydi.

Olağanüstü askeri zamanlarda, altı aylık bir dönemliğine bir diktatör atanırdı. Anayasal hükûmet dağıtılır ve diktatör devletin mutlak başkanı durumuna gelirdi. Diktatörün dönemi sona erdiğindeyse, yeniden anayasal hükûmet kurulurdu.

Kültür

Roma Cumhuriyeti'nde yaşam Roma kenti ve ünlü yedi tepe çevresinde dönerdi. Kentin birkaç tiyatrosu, gimnazyonu, pek çok meyhanesi, hamamı ve genelevi vardı. Roma'nın denetimi altındaki bütün bölgede, yerleşim mimarisi çok gösterişsiz evlerden taşra villalarına ve Roma'nın başkentinde, zarif Palatinus Tepesi'ndeki konutlara değin değişkenlik gösterirdi. Nüfusun büyük çoğunluğu kent merkezinde apartmanlara yerleşmiş biçimde yaşardı.

Çoğu Roma kasabası ve kentinin Roma kentinin kendisinde de olduğu gibi bir forumu ve tapınakları vardı. Kent merkezlerine su getirmek için su kemerleri yapılmıştı, şarap ve yemeklik yağsa yurtdışından ithal ediliyordu. Ağalar genellikle kentlerde oturuyorlardı ve emlakları çiftlik yöneticilerinin bakımına bırakılmıştı. Daha yüksek bir işçi verimliliğini özendirmek için, pek çok ağa çok sayıda köleyi salıverirdi.

MÖ 2. yüzyılın ortalarının başlangıcında, Yunan kültürü, Helen kültürünün "beyin sulandırıcı" etkileri hakkında atılan söylevlere karşın giderek etkin duruma geliyordu. Agustus zamanına gelindiğinde, kültürlü Yunan ev köleleri Romalı gençlere (bazen kızlara bile) ders vermekteydi. Yunan yontuları Palatinus'taki ya da villalardaki Helenistik bahçe mimarisini bezedi. Roma mutfağının büyük bir kısmı da aslen Yunan'dı. Romalı yazarlar kültürlü Yunan tarzı olması nedeniyle Latinceyi hor gördüler.

Toplumsal tarih ve yapı

Roma kültürünün pek çok yanı Yunanlardan ödünçlenmişti. Mimaride ve heykelde, Yunan örnekleri ve Romalı boyamaları arasındaki fark belirgindir. Mimariye başlıca Romalı katkıları kemer ve kubbeydi. Roma'nın kendisini izleyen Avrupalı kültürler üzerinde büyük etkisi de oldu. Ehemmiyeti, Vergilius ve Ovidius'un çalışmalarının dayanıklılığında ve kalıcı öneminde görüldüğü gibi en iyi belki de sürekliliğine ve etkisine yansımıştır. Latince, Cumhuriyet'in birincil dili, Roma Katolik Kilisesi'nce ayin amaçları için hala kullanılmaktadır ve 19. yüzyıla dek kapsamlı biçimde bilimsel yazılarda - örneğin; fen ve matematikte - kullanılmıştır. Roma tüzesiyse pek çok Avrupa ülkesinin ve sömürgelerinin yasalarına temel oluşturmuştur.

Erken toplumsal yapının merkezi yalnızca kan bağlarıyla belirtilmiş olmayan, bir yandan da yasal olarak patria potestas bağıyla kurulmuş olan aileydi. Pater familias ailenin saltık başıydı; karısının, çocuklarının, oğullarının karılarının, yeğenlerin, kölelerin ve salıverilmiş kölelerin ve istediğinde mallarının efendisiydi. Onları öldürme hakkı bile bulunuyordu. Roma tüzesi yalnızca patrici ailelerini yasal varlıklar olarak tanıyordu.

Kölelik ve köleler toplumsal düzenin parçasıydı; satın alınıp satılabilecekleri köle pazarları vardı. Pek çok köle, sahiplerince ödenmiş hizmetlerinden ötürü salıverilirdi; bazı kölelerse özgürlüklerini satın almak için para biriktirebilirlerdi. Genellikle, köleleri sakatlama ve öldürme kanunlarca yasaklanmıştı. Roma nüfusunun %25inin köleleştirilmiş olduğu düşünülmektedir.

Giyim ve yemek

Erkekler sıklıkla toga ve kadınlarsa stola giyerlerdi. Kadınların stolası bir togadan farklı görünürdü ve genellikle parlak renkliydi. Giyim ve kuşam bir insan sınıfını diğer sınıftan ayırırdı. Çobanlar ve köleler gibi plebler ya da avam, kalın ve koyu kumaştan yapılmış tunik giyerken, patriciler ketenden ya da ak yünden yapılmış tunik giyerlerdi. Bir şövalye ya da magistra augusticlavus, küçük mor düğmeler taşıyan bir tunik, giyerdi. Senatörler tunica laticlavia denen geniş kırmızı çizgili tunikler giyerlerdi. Askeri tunikler sivillerce giyilenlerden kısaydı. Oğlanlar, Liberalya bayramına dek, kan kırmızısı ya da mor kenarlı bir toga olan toga praetexta giyerlerdi. 16 yaş üzerindeki erkekler Roma'da yurttaş olduklarını belirtmek için toga virilis, (ya da toga pura), giyerlerdi. Toga picta utkulu generaller tarafından giyilirdi ve onların muharebe meydanındaki becerileri kadar işlemeleri olurdu. Toga pulla ise yastayken giyilirdi.

Ayakkabı bile bir kişinin toplumsal konumunun göstergesiydi. Patriciler al ve kızıl sandaletler giyerlerdi, senatörlerin kahverengi ayakkabıları vardı, konsüllerin ak ayakkabıları vardı ve askerler ağır çizmeler giyerlerdi. Romalılar, kuzeydeki sınırlarda dövüşmesi gereken askerler için bazen sandaletlerin içine giyilen çorap türetti.

Romalıların yalın yeme alışkanlıkları vardı. Temel besinler genellikle 11 sularında tüketiliyordu ve ekmek, salata, peynir, meyveler, fındıklar ve önceki gecenin akşam yemeğinden kalmış soğuk etten oluşurdu. Romalı Ozan Horatius çok yalın olarak tanımladığı kendi beslenme düzenine göre başka bir Roma gözdesinden, zeytinden, söz eder: "Bence, zeytinler, karakavuklar ve düz ebegümeci dayanıklılık sağlar." Aile bir masa çevresindeki taburelerde oturarak birlikte yerdi. Parmaklar katı yiyecekleri yemek için kullanılırdı ve kaşıklarsa çorbalar için kullanılırdı.

Şarap temel bir içecek sayıldığından her öğünde ve fırsatta büyün sınıflarca tüketiliyordu ve oldukça ucuzdu. Yaşlı Cato bir keresinde işgücüne şarap sağlamak için kendi payını yarıya bölmeyi önerdi. Üzümlü ve ballı pek çok içecek türü de tüketiliyordu. Aç karnına içmek hem kabaca hem de bedensel ve tinsel zayıflatıcı etkileri Romalılar için tanıdık olan ayyaşlığın kesin bir işareti olarak görülüyordu. Alkolik olunduğu üzerine doğru bir suçlama siyasal rakipleri safdışı bırakmanın etkili bir yoluydu. Öne çıkan alkolik Romalılar içerisinde Marcus Antonius ve Cicero'nun öz oğlu Marcus (Küçük Cicero) vardı. Genç Cato bile tam bir içkici olarak biliniyordu.

Eğitim ve dil

Doğu Yunan'da çeşitli askeri fetihlerin ardından, Romalılar Yunan eğitiminin pek çok öğretisini kendi deneyimsiz düzenlerine uydurdular. Bedensel eğitim oğlanların Romalı yurttaşlar olarak yetişmesi ve olası bir asker alımına hazırlanmaları içindi. Disipline bağlı kalmak çok büyük bir önem taşırdı. Kızlar iplikçilik, dokuma ve dikme sanatını genellikle annelerinden alırlardı. Daha resmi bir okul eğilimi MÖ 200 dolaylarında başladı. Eğitim altı yaş gibi başlıyordu ve ilerideki altı-yedi yıl boyunca, oğlanlar ve kızlardan yazma, okuma ve saymanın temellerini öğrenmeleri bekleniyordu. On iki yaşında Latince, Yunanca, dilbilgisi, edebiyat ve ardından topluluk önünde konuşma alıştırmalarını öğreniyor olurlardı. Hitabet çalışılması ve öğrenilmesi gereken bir sanattı ve iyi hatiplere saygı gösterilirdi.

Romalıların anadili Latinceydi. Yaşatılan Latin edebiyatı neredeyse büsbütün Klasik Latinceden ve yapay, oldukça üsluplaştırılmış gösterişli bir edebi dilden oluşsa da; asıl konuşma dili dilbilgisinde, sözcük dağarcığı ve boğumlanmasında Klasik Latinceden oldukça fark gösteren Halk Latincesiydi. Roma'nın genişlemesi Latinceyi Avrupa'nın geneline yaydı ve zamanla Halk Latincesi evrimleşti ve farklı konumlarda kerte kerte bir dizi belli Latin diline dönüştü. Fransızca, İtalyanca, Portekizce, Rumence ve İspanyolcayı içeren bu dillerin çoğu zamanla geliştikçe aralarındaki farklar da büyüdü. İngilizce kökende Romandan çok Cermen olsa da; İngilizce oldukça fazla Latince ve Latinceden-geliştirilmiş sözcük almıştır.

Güzel sanatlar

Roma edebiyatı başlangıcından beri Yunan yazarlardan oldukça etkilenmişti. Elimizdeki ilk yapıtlardan bazıları, Roma'nın erken askeri tarihini anlatan tarihi destanlardan oluşmaktadır. Cumhuriyet genişledikçe, yazarlar şiirler, güldürüler, tarih ve ağlatılar üretmeye başladılar. Vergilius Roma destan örneğinin doruk noktasını yansıtır. Aeneis'i; Eneas'ın Troya'dan kaçışının ve ileride Roma olacak kent yerleşiminin öyküsünü anlatır. Lucretius, De rerum naturasında, bir destan havasında bilimi açıklamaya çalışmıştır. Yergi türü Roma'da yaygındı ve yergiler Iuvenalis ve Persius tarafından yazılmıştır. Cicero'nun retorik yapıtları İlk Çağ'da kaydedilmiş en iyi yazışma türlerinden bazıları olarak değerlendirilmektedir.

MÖ 3. yüzyılda, savaşlardan çapullanmış Yunan resmi yaygınlaşmaya başladı ve pek çok Roma evi Yunan ressamlarca açık hava resimleriyle süslendi. O dönemdeki büst sanatı genç ve klasik orantılar kullanıyordu, sonradan gerçekçilik ve ülkücülüğün karışımına evrimleşti. Kabartma sanatında da gelişmeler yaşandı, Roma yengileri betimlendi.

Müzik günlük yaşamın büyük bir parçasıydı. Sözcüğün kendisi Yunanca μουσική (musiki), "Musaların sanatı", sözünden gelmektedir. Pek çok özel olaylara ve halk olaylarına, geceleyin yemekten askeri geçit törenleri ve tatbikatlara değin her yerde çalan müzik eşlik ederdi. Yine de, herhangi bir antik müzik tartışmasında, uzman olmayan kişilere ve üstelik pek çok müzikçiye hatırlatılmalıdır ki çağdaş müziğimizi müzik yapan şeylerin çoğu yalnızca son 1.000 yıl içerisindeki gelişmelerin sonucudur ki; ezgi, ölçüler, armoni ve üstelik kullandığımız çalgılar yüzyıllar önce müzik yapmış ve dinlemiş Romalılara tanıdık gelmeyecektir.

Zamanla; kentsel gereksinimler değişerek inşaat mühendisliği ve bina yapım teknolojisi gelişip işlendikçe Roma mimarisinde düzeltmeler yapıldı. Roma betonu 2.000 yıl sonra bile bazı Roma yapıları görkemli bir biçimde dikildiğinden bir sır olarak kaldı. Başkentin mimari tarzı, Roma denetimi ve etkisi altındaki diğer kentsel merkezlere öykünmüştür. Roma kentleri iyi tasarlanıyor, etkili biçimde yönetiliyor ve temiz bakılıyordu.

Spor ve eğlence

Roma kentinde Romalı askerler için bir tür talim bölgesi olan Campus Martius ("Mars'ın Alanı") adlı bir yer vardı. Sonradan, alan Roma'nın atletizm bölgesi durumuna geldi. Alanda; gençler oyun oynamak ve atlama, güreş, yumrukoyunu ve koşu gibi alıştırmalar yapmak için toplanırlardı. Binicilik sporu, atış ve yüzme de bedensel etkinlikler olarak yeğleniyordu. Kıra gidildiğinde, eğlence için balık tutuluyor ya da ava çıkılıyordu. Roma'daki masa üstü oyunları; zar (Tesserae ya da Beştaş), Roma Satrancı (Latrunculi), Roma Daması (Calculi), Üçtaş (Terni Lapilli), tavlanın ataları olan Ludus duodecim scriptorum ve Tabula'ydı. Savaş arabası yarışları, müzik ve tiyatro gösterileri gibi insanları meşgul tutan birkaç başka etkinlik de vardı.

Din

Romalıların dini inançları MÖ 800 dolaylarındaki Roma'nın kuruluşuna dek dayanmaktadır. Yine de, çoğunlukla Cumhuriyet ve Erken İmparatorluk ile bağdaştırılan Roma dini, Romalıların Yunan kültürüne rastladığı ve Yunan dini inançlarının çoğunu benimsedikleri MÖ 500 dolaylarına dek başlamamıştır. Özel ve kişisel tapınma, dini uygulamaların önemli bir yanıydı. Bir bakıma, her bir konut tanrılara bir tapınaktı. Her bir evin aile üyelerinin dualarını sunduğu, ayinlerini uyguladığı ve evin tanrılarıyla etkileşime girdiği bir sunağı (lararium) vardı. Romalıların tapındığı tanrıların çoğu Ön-Hint-Avrupalı tanrılardan geliyordu, diğerleriyse Yunan Tanrılarına dayanıyordu. En ünlü iki tanrı Jüpiter (Tanrıların Kralı) ve Mars (Savaş Tanrısı) idi. Akdeniz'in çoğunda yayılan kültürel etkisiyle, Romalılar hem yabancı tanrıları hem de Sinisizm ve Stoacılık gibi diğer felsefi gelenekleri kendi kültürlerine kabul etmeye başladılar.

Askeriye

Yapısal tarih

Roma askeriyesinin yapısal tarihi; Romalı silahlı kuvvetlerinin örgütlenmesindeki ve oluşumundaki büyük kronolojik dönüşümleri belirtir. Roma askeriyesi Roma ordusu ve Roma donanması olarak bölünmüştü; gerçi bu iki erk çağdaş savunma kuvvetlerinde olduğundan daha az birbirinden ayrı durumdaydı. En üst düzey olan ordu ve donanma içerisinde, hem olumlu askeri yeniliğin bir sonucu olarak hem de kadroya ait yapısal evrim yoluyla yapısal değişiklikler ortaya çıktı.

Hoplit orduları (MÖ 509-315)

Bu dönemde Romalı askerler, savaşma tarzlarını Yunanlardan almış görünen kuzeydeki Etrüskleri örnek almış görünüyordu. Geleneksel olarak, falanksın Roma ordusuna getirilişi kentin sondan ikinci kralına, Servius Tullius'a (MÖ 578'den 534'e dek hükmetti), yorulur. Titus Livius ve Halikarnaslı Dionisios'a göre; en öndekiler, en iyi gereçleri satın alabilen en varlıklı yurttaşlardan oluşuyordu. Sonraki her bir sınıfsa bir öncekinden daha az varlıklı ve daha yoksul gereçleri olanlardan oluşmaktaydı.

Falanksın bir özelliği de; yalnızca geniş, açık alanlarda dövüşürken etkili olmasından dolayı İç İtalya'nın engebeli arazisinde dövüşen Romalıları dezavantajda bırakan durumuydu. MÖ 4. yüzyılda, Romalılar falanksı bırakarak daha esnek manipüle düzene geçtiler. Bu değişim ara sıra Marcus Furius Camillus'a yorulur ve MÖ 390'da Galyalı İstilası'nın hemen ardından yerleşmiştir. Yine de, belki İkinci Samnit Savaşı'nda (MÖ 326-304) Samnitlerin yengisinin bir sonucu olarak Roma'nın güneydeki düşmanları Samnitlerden alınmış olması daha olasıdır.

Manipüle lejyon (MÖ 315–107)

Bu dönemde, (hem ağır hem de hafif piyadeden oluşan) 5.000 adamlı bir ordu düzeni bir lejyon olarak biliniyordu. Manipüle ordu; toplumsal sınıf, yaş ve askeri deneyime dayanıyordu. Manipüller her biri tek bir piyade sınıfından çekilmiş 120 adamdan oluşan birimlerdi. Manipüller sıklıkla üç ağır piyade türüne dayanan üç ayrık hatta konuşlanıyorlardı.

Her bir manipülün ilk hattındakiler; tunç bir zırh göğüslük ve yaklaşık 30 cm (12 içinde olmak üzere) uzunluğunda 3 tüyle bezenmiş tunç bir tolga giyinen ve zırhlı odun bir kalkan taşıyan deri-zırhlı piyade askerleriydi. Bir kılıç ve iki atış mızrağıyla silahlandırılmışlardı. İkinci piyade hattı ilk piyade hattıyla eşit biçimde silahlanmış ve zırhlanmıştı. Yine de, ikinci piyade hattı sert bir pirinç tunç zırh göğüslükten daha hafif bir zırh giyiyordu. Üçüncü piyade hattı Roma ordusundaki hoplit-tarzda (ara sıra erken cumhuriyet sıralarında kullanılan Yunan-tarzda düzen) birliklerin kalıntılarıydı. Daha hafif bir mızrak taşımaları dışında ikinci piyade hattıyla eşit biçimde silahlanmış ve zırhlanmışlardı.

Üç piyade sınıfı Roma topluluğu içerisindeki toplumsal ayrılıklarla biraz yöndeşlik gösteriyor olabilirdi; ancak en azından resmi olarak üç hat toplumsal sınıftan çok yaş ve deneyime dayanıyordu. Genç, kendini kanıtlamamış adamlar ilk hatta hizmet ederlerdi, biraz askeri deneyimi olan daha yaşlı adamlar ikinci hatta hizmet ederdi ve ileri yaş ve deneyimdeki gazi birliklerse üçüncü hatta hizmet ederdi.

Manipüllerin ağır piyadeleri; bir dizi hafif piyade ve genellikle her bir manipüle lejyon için 300 atlı olan süvari birliklerince destekleniyordu. Süvariler öncelikle en zengin Ekües sınıfından seçiliyordu. Orduyu belirli bir savaşçı görevi görmeden izleyen ve üçüncü hattın arkasına konuşlanan ek bir birlik sınıfı vardı. Orduya eşlik etmekteki başlıca görevleri; manipüllerde açılan bütün aralıkları doldurmaktı. Hafif piyade en genç ve en düşük toplumsal sınıflardan seçilen 1.200 zırhsız avcı eri birliklerinden oluşuyordu. Birkaç hafif ciritin yanı sıra bir kılıç ve küçük bir kalkanla silahlandırılıyorlardı.

Küçük bir donanma MÖ 300 sularında oldukça düşük bir düzeyde iş görüyordu; ancak büyük oranda gelişimi yaklaşık kırk yıl sonra, Birinci Pön Savaşı sırasında, olacaktı. Büyük bir yapım döneminin ardından, donanma Kartaca ("Pön") kalıbında 400 gemiden daha fazla bir boyuta türedi. Bitirildiğinde 100.000 denizciye kadar barındırabiliyordu ve birlikleri muharebeye götürmek üzere bindiriyordu. Donanma bundan sonra boyutta geriledi.

Pön Savaşları'ndaki olağanüstü gereklilikler ve insan gücü sıkıntısı, manipüle lejyonun zayıflıklarını, kısa dönemde de olsa, ortaya çıkardı. MÖ 217'de İkinci Pön Savaşı'nın neredeyse başında Roma, askerlerinin hem yurttaş hem de mülk sahibi olmasını gerektiren ve eskiden beri var olan ilkesini büyük oranda yok saymak zorunda kalmıştı. MÖ 2. yüzyıl sırasında, kısmen çeşitli savaşların neden olduğu büyük yitimlerden ötürü Romalı topraklarındaki nüfusta genel bir düşüş görüldü. Bu duruma sert toplumsal gerilimler ve özellikle orta sınıfların çöküşü eşlik etti. Sonuç olarak Roma devleti, devletin harcamalarıyla askerlerini silahlandırmak zorunda kaldı, ki geçmişte böyle bir şey yapmak zorunda kalınmamıştı.

Ağır piyade türleri arasındaki ayrım kaybolmaya başladı; çünkü belki de devlet artık tekbiçim teçhizatı sağlamakta sorumluluk kabul ediyordu. Üstelik var olan insan gücü kıtlığı, Roma'nın bağlaşıkları üzerinde bağlaşık birlikleri sağlaması gibi çok daha ağır bir yüke yol açtı. En sonunda, Romalılar lejyonlarla yan yana çarpışması için paralı askerler tutmaya başlamak zorunda kaldı.

Gaius Marius'un yeniliklerinin ardından lejyon (MÖ 107–27)

Marius Reformları olarak bilinen bir süreçte Romalı Konsül Gaius Marius, Roma askeriyesi için bir yenilik izlencesini yürürlüğe soktu. MÖ 107'de, bütün yurttaşlar, varlıkları ve toplumsal sınıfları ne olursa olsun, Roma ordusuna giriş için uygun duruma getirildi. Bu girişim, askerlik hizmeti için mülk gerekliliklerini kaldırarak yüzyıllardır yetişen aşamalı bir süreci resmileştirmiş ve sonuçlandırmış oldu. Üç ağır piyade sınıfı arasındaki çoktan kaybolmuş olan ayrım, tek bir ağır lejyoner-piyade sınıfına daraldı. Ağır piyade-lejyonerler yurttaş yığılımlarından seçilirken, yurttaş olmayan yabancılarsa hafif piyade rütbelerine atanmak için geldiler. Ordunun daha yüksek düzeydeki yetkilileri ve komutanları hala yalnızca Romalı aristokrasisinden seçiliyordu.

Cumhuriyet'in başlarında olduğu gibi, lejyonerler artık topraklarını korumak için mevsimlik savaşmıyorlardı. Bunun yerine, kendilerine ölçünlü ödeme yapılıyor ve devletçe belirlenmiş bir süreliğine işe alınıyorlardı. Sonuçta askerlik görevi en çok, toplumun aylıklı bir ödemeyi çekici bulan en yoksul kesimlerine hoş görünmeye başladı. Bu gelişmenin denge bozucu bir sonucu da emekçi sınıfının devlet içerisinde daha güçlü ve daha yüksek bir konumu ele geçirmesiydi.

Geç Cumhuriyet'in lejyonları yapısal olarak neredeyse bütünüyle ağır piyadeydi. Lejyonun ana alt-birimine kohort denirdi ve yaklaşık 480 piyade erinden oluşuyordu. Kohort bu nedenle daha erken manipül alt-biriminden çok daha geniş bir birimdi ve her biri 80 erden oluşan altı çentüryaya bölünmüştü. Her bir çentürya da 8er adamdan oluşan 10 "çadır grubu"na ayrılmıştı. Lejyonlar ayrıca küçük bir topluluk olan ve genellikle 120 adamdan oluşan Roma lejyoner süvarilerini oluşturuyordu. Süvari birlikleri muharebe süvarilerinden çok keşif erleri ve ulaklar olarak kullanılıyorlardı. Lejyonlar belki 60 adamdan oluşan ağır silah mürettebatını da barındırıyordu. Her bir lejyon çoğunlukla kendisiyle yaklaşık eşit sayıdaki bağlaşık (Romalı olmayan) birliklerle eşleştirilirdi.

Yine de, Roma ordusunun en belirgin yoksunluğu olan süvari, özellikle ağır süvari, sıkıntısı aynen kaldı. Roma'nın sınırları genişledikçe ve düşmanları büyük oranda piyade-tabanlı birliklerden büyük oranda süvari-tabanlı olanlara dönüştükçe, piyade-tabanlı Roma ordusu, özellikle Doğu'da, kendisini taktiksel bir dezavantajda bulmaya başladı.

Akdeniz'in zaptından sonra boyutta azalmanın ardından Roma donanması, birkaç yeni talebi karşılamak için Geç Cumhuriyet'te kısa dönemli gelişme ve yeniden canlanma geçirdi. Caesar yönetiminde, Britanya'nın işgalini sağlaması için Manş Denizi'nde bir işgal filosu kuruldu; Pompeius'un yönetimi altında, Akdeniz'i Kilikyalı korsanlardan temizlemek için büyük bir filo oluşturuldu. Bunu izleyen iç savaş sırasında, bin kadar gemi ya yapıldı ya da Yunan kentlerinden zorla hizmete alındı.

Ayrıca bakınız

  • Roma Cumhuriyeti (18. yüzyıl)
  • Roma Cumhuriyeti (19. yüzyıl)

Kaynakça

Özel
Genel
  • Abbott, Frank Frost (1901). A History and Description of Roman Political Institutions. Elibron Classics. ISBN 0-543-92749-0. 
  • Byrd, Robert (1995). The Senate of the Roman Republic. U.S. Government Printing Office Senate Document 103-23. 
  • Caesar, Julius (1983). The conquest of Gaul. Londra: Penguin Books. ISBN 0-14-044433-5. 
  • Cicero, Marcus Tullius (1841). The Political Works of Marcus Tullius Cicero: Comprising his Treatise on the Commonwealth; and his Treatise on the Laws. vol. 1 (Translated from the original, with Dissertations and Notes in Two Volumes By Francis Barham, Esq bas.). Londra: Edmund Spettigue. 
  • Eck, Werner (2003). The Age of Augustus. Oxford: Blackwell Publishing. ISBN 0-631-22957-4. 
  • Flower, Harriet I. (2004). The Cambridge Companion to the Roman Republic. Cambridge. 
  • Flower, Harriet I. (2009). Roman Republics. Princeton. 
  • Goldsworthy, Adrian (2003). The Complete Roman Army. Thames & Hudson. ISBN 0-500-05124-0. 
  • Günay, D. "ESKİ ROMA CUMHURİYETİ’NDE RAHİPLİK KURUMU". Asya Studies 7 (2023 ): 305-318
  • Hart, B. H. Liddell (2004) [1926]. Scipio Africanus — Greater than Napoleon. DA CAPO Press. ISBN 0-306-81363-7. 
  • Holland, Tom (2005). Rubicon : the last years of the Roman Republic. Doubleday. ISBN 0-385-50313-X. 
  • Lintott, Andrew (1999). The Constitution of the Roman Republic. Oxford University Press. ISBN 0-19-926108-3. 
  • MacDonald, W. L. (1982). The Architecture of the Roman Empire. Yale University Press, New Haven. 
  • Matyszak, Philip (2004). The Enemies of Rome. Thames & Hudson. ISBN 0-500-25124-X. 
  • Owen, Francis (1993). The Germanic people; their Origin Expansion & Culture. Barnes & Noble Books. ISBN 0-19-926108-3. 
  • Palmer, L. R. (1954). The Latin Language. Univ. Oklahoma. ISBN 0-8061-2136-X. 
  • Polybius (1823). The General History of Polybius: Translated from the Greek. Vol 2 (Fifth bas.). Oxford: Printed by W. Baxter. 
  • Taylor, Lily Ross (1966). Roman Voting Assemblies: From the Hannibalic War to the Dictatorship of Caesar. The University of Michigan Press. ISBN 0-472-08125-X. 

Dış bağlantılar

  • Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu 12 Ağustos 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Late Roman Republic: The decline and fall of trust 6 Ekim 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Hem antik hem de çağdaş toplumlarda güven yitimi üzerine bir deneme
  • Roma Cumhuriyeti 19 Aralık 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Nova Roma – Eğitim Topluluğu 27 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  • Roman Empire History 24 Eylül 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.

Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Roma Cumhuriyeti by Wikipedia (Historical)


Bizans İmparatorluğu


Bizans İmparatorluğu


Doğu Roma İmparatorluğu veya Bizans İmparatorluğu ya da kısaca Bizans, Geç Antik Çağ ve Orta Çağ boyunca Roma İmparatorluğu'nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis (günümüzde İstanbul, önceleri Byzantion) olan ülke. 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılışı ve çöküşü sürecinden sonra ayakta kalan imparatorluk, 1453'te Osmanlı'ya yenik düşünceye kadar yaklaşık bin yıl boyunca var olmaya devam etmiştir. Var olduğu sürenin başı ve ortalarını kapsayan çoğunda, Avrupa'da ekonomik, kültürel ve askerî bakımdan en güçlü ülkeydi. "Bizans İmparatorluğu" ve "Doğu Roma İmparatorluğu" terimleri ülkenin yıkılışından sonraki tarihçiler tarafından yaratılmış olup imparatorluk vatandaşları kendi ülkelerine Roma İmparatorluğu (Grekçe: Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων, tr. Basileia tôn Rhōmaiōn; Latince: Imperium Romanum), veya Romania (Grekçe: Ῥωμανία, Rhomania); kendilerineyse "Romalılar" demekteydi.

4. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar yaşanan bazı göze çarpan olaylar, Roma İmparatorluğu'nun Grek Doğu ve Latin Batı şeklinde ayrışma sürecini belirledi. I. Konstantin (h. 324-337) imparatorluğu yeniden organize ederek Konstantinopolis'i başkent yaptı ve Hristiyanlık dinini yasallaştırdı. I. Theodosius (h. 379-395) döneminde, Hristiyanlık ülkenin devlet dini olarak kabul edildi ve diğer dinler yasaklandı. Son olarak Herakleios zamanında (h. 610-641), imparatorluğun askerî ve idari sistemi yeniden yapılandırıldı ve Latince yerine Yunanca resmî dil olarak benimsendi. Böylece, her ne kadar Roma devleti ve devlet gelenekleri sürdürüldüyse de, Konstantinopolis çevresinde, Latin'den ziyade Yunan kültürü ve Ortodoks Hristiyanlık geleneklerine göre şekillendiğinden ötürü, modern tarihçiler Bizans'ı Antik Roma'dan ayırır.

İmparatorluğun sınırları, ülkenin var olduğu süre içinde, bazı gerileme ve toparlanma döngüleriyle kendini belli eden kayda değer değişiklikler gösterdi. I. Justinianus (h. 527-565) döneminde Kuzey Afrika, İtalya ve bizzat –daha sonraki iki asır elde tutulacak olan– Roma şehri de dahil olmak üzere Batı Akdeniz kıyıları yeniden ele geçirildi ve imparatorluk en geniş sınırlarına erişti. Mauricius (h. 582-602) döneminde ülkenin doğu sınırları genişledi ve kuzey sağlamlaştırıldı. Ancak imparator bir suikaste kurban gidince Bizans-Sasani Savaşı (602-628) patlak verdi ve kaynaklar bakımından zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 7. yüzyılda İslam'ın yayılışı sürecinde çok büyük toprak kayıpları yaşadı. Birkaç yıl içerisinde en zengin illeri olan Mısır ve Suriye'yi Araplara kaybetti.

Makedon Hanedanı (10-11. yüzyıllar) süresince imparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansı yaşandı. Bu dönem 1071 Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu'da başlayan büyük toprak kayıplarıyla son buldu. Bu savaşta yaşanan kayıp sonucunda Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başladı.

Komninos Restorasyonu sırasında imparatorluk yeniden toparlandı. Öyle ki, 12. yüzyılda Konstantinopolis Avrupa'nın en zengin şehriydi. Ancak 1204'te Dördüncü Haçlı Seferi sırasında başkent yağmalanınca ve ülke toprakları birbiriyle yarışan Bizanslı Yunan ve Latin krallıkları arasında bölüştürülünce imparatorluk büyük bir darbe aldı. Her ne kadar 1261'de Konstantinopolis geri alınıp toparlansa da, Bizans İmparatorluğu var olduğu son iki yüzyıl boyunca bölgede birbiriyle kapışan birkaç devletçikten biri olarak kaldı. Geriye kalan toprakları 15. yüzyıl boyunca Osmanlılar tarafından aşama aşama fethedildi. 1453'te Osmanlı İmparatorluğu Konstantinopolis'i fethedince Bizans İmparatorluğu sona erdi.

Terimlendirme

Roma İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bahsetmek üzere "Bizans" sözcüğünün ilk kullanımı, 1557'de Alman tarihçi Hieronymus Wolf'un tarih kaynakları koleksiyonu Corpus Historiæ Byzantinæ'ye dayanır. Terim, kaynağını Konstantin'in başkenti Konstantinopolis olarak adlandırmasından önce şehrin ismi olan "Byzantion"dan alır. Şehrin bu eski adı, Konstantin'den sonra tarihi ve edebi kaynaklar dışında hemen hemen hiç kullanılmaz. 1648'de Byzantine du Louvre (Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae) ve 1680'de Du Cange'ın Historia Byzantina eserleri yayımlanınca, "Bizans" terimi Montesquieu gibi Fransız yazarları arasında popülerlik elde etti. Ancak terim, Batı dünyasında 19. yüzyıl ortalarına kadar genel bir kabullenim görmedi.

Bizans İmparatorluğu, kendi halkı tarafından "Roma İmparatorluğu", "Romalıların İmparatorluğu" (Latince: Imperium Romanum, Imperium Romanorum; Yunanca: Grekçe: Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων Basileia tōn Rhōmaiōn, Grekçe: Ἀρχὴ τῶν Ῥωμαίων Archē tōn Rhōmaiōn), "Romania" (Latince: Romania; Yunanca: Grekçe: Ῥωμανία Rhōmania), "Roma Cumhuriyeti" (Latince: Res Publica Romana; Yunanca: Grekçe: Πολιτεία τῶν Ῥωμαίων Politeia tōn Rhōmaiōn), Graikia (Yunanca: Γραικία) ve ayrıca Rhōmais (Yunanca: Grekçe: Ῥωμαΐς) gibi adlarla ifade ediliyordu. Vatandaşlar kendilerini Romaioi ve Graikoi şeklinde adlandırıyorlardı. Öyle ki, 19. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar Rumlar sıklıkla kendi ana dillerini Romaika ve Graikika şeklinde tanımlamaktaydı.

Her ne kadar Bizans İmparatorluğu, tarihi boyunca çoklu bir etnik karaktere sahip olsa da ve Romano-Hellenistik geleneklerini sürdürüp korusa da, döneminin batılı ve kuzeyli çağdaşları tarafından, sürekli artan Yunan bileşenleriyle tanımlandı. Bizans İmparatorluğu'nu Roma İmparatorluğu'nun prestijinden ayrı tutmak amacıyla batının yeni krallıkları arasında kullanılan "Grek (Yunan) İmparatorluğu" (Latince: Imperium Graecorum) ve "Grek -Yunan- İmparatoru" (Imperator Graecorum) gibi terimlere ara sıra rastlanılmaktadır.

Bizans imparatorunun meşru Roma imparatoru olmasına yönelik otoritesi, Papa III. Leo 800 yılında Şarlman'ı Imperator Augustus olarak taçlandırınca sarsıldı. Roma'daki düşmanlarına karşı Şarlman'ın desteğine ihtiyaç duyan Leo, o sırada Roma İmparatorluğu tahtında bir erkeğin oturmayışı bahanesini kullanarak burada bir boşluğun bulunduğunu ve dolayısıyla kendinin herhangi bir imparatoru taçlandırabileceğini öne sürüyordu. Papalar ve batılı krallar Roman (Romalı) terimini Bizans imparatorları için kullandıkları zaman Imperator Romanorum (Türkçe: Romalıların imparatoru) yerine Imperator Romaniae (Türkçe: Romania'nın imparatoru) terimini kullanmayı tercih ettiler. Bunlardan birincisi Şarlman ve ondan sonra gelenler için kullanılmaktaydı.

İslam ve Slav dünyasında böyle bir ayrım hiç olmamıştır ve Bizans, Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak görülmüştür. İslam dünyasında Roma İmparatorluğu birincil olarak Rûm şeklinde ifade edilmekteydi. 20. yüzyıla kadar Millet-i Rûm veya "Roma devleti" terimleri Osmanlılar tarafından eski Bizans'a ait (Osmanlı toprakları içindeki Ortodoks Hristiyan topluluğu) kimseler için kullanılmıştır.

Tarihçe

Erken tarih

Roma ordusu, Güneybatı Avrupa ve Kuzey Afrika da dahil olmak üzere Akdeniz bölgesinin tamamını kaplayan birçok kıyı bölgesini ele geçirdi. Bu bölgeler hem kentsel hem de kırsal halklar barındıran farklı kültürel topluluklara aitti. Genel olarak, doğu illeri, batıdakilere göre daha kentleşmiş durumdaydı. Doğu illeri Makedonya İmparatorluğu altında daha önce birleştirilmiş ve Grek (Yunan) kültürü etrafında Helenleştirilmişti.

Batı, doğuya göre 3. yüzyılda yaşanan dengesizlikten çok daha ağır etkilendi. Yerleşik Helenleşmiş doğuyla daha genç Latinleşmiş batı arasındaki farklılık devam etti ve daha sonraki yüzyıllarda çok büyük bir önem arz etmeye başladı. Bu iki dünya arasındaki uzaklaşma da böylece gerçekleşmiş oldu.

Gücün merkezsizleşmesi

Kontrolü sağlamak ve yönetimi iyileştirmek adına, 285-324, 337-350, 364-392 ve 395-480 yıl aralıklarında Roma imparatorunun işleri farklı kişilere dağıtıldı. Her ne kadar idari bölümlenmeler çeşit çeşit olsa da, genel olarak batı ve doğu arasında bir iş bölümünü içeriyordu. Her bir bölümlenme, bir güç paylaşımı (hatta iş paylaşımı) biçimindeydi. Temel olarak imperium bölünmez olarak kabul edildiği için, parçalanmış bölümleri yöneten eş imparatorlar birbirlerini rakip hatta düşman olarak kabul etseler dahi, ülke en nihayetinde yasal bir bütündü.

293'te imparator Diocletianus yeni bir idari sistem oluşturdu (tetrarşi) ve böylece imparatorluğun tehlike altındaki bölgelerindeki güvenliği garantilemeye çalıştı. Kendini bir eş imparatorla (Augustus) ilişkilendirdi ve her eş imparator bunun ardından Caesar lakaplı genç birer meslektaş edinerek yönetimi paylaştı ve bu genç imparatorlar daha sonra daha kıdemli olan meslektaşlarının yerini aldı. Ancak, 313'te tetrarşi çöktü ve birkaç yıl sonra I. Konstantin imparatorluğun iki idari bölgesini birleştirerek tek bir Augustus olarak başa geçti.

Yeniden merkezleşme

330'da Büyük Konstantin, imparatorluğun merkezini Byzantion şehrinin bulunduğu yere ikinci bir Roma (Nova Roma) olarak kurduğu Konstantinopolis'e taşıdı. Şehir, Avrupa ve Asya ile Akdeniz ve Karadeniz arasındaki ticaret rotalarının üzerinde stratejik bir konumdaydı. Konstantin, imparatorluğun askerî, mali, sivil ve dinî kuruluşlarında önemli değişikliklere gitti. Özel olarak, sürdürdüğü ekonomik politikaları, bazı akademisyenler tarafından "tedbirsiz maliye" şeklinde tanımlanmaktadır, fakat bizzat kendinin ön ayak olduğu altın solidus, istikrarlı bir para birimi olarak ekonomiyi dönüştürdü ve kalkınmayı teşvik etti.

Konstantin döneminde Hristiyanlık devletin resmî bir dini olmadıysa da imparatorluk tercihi olmanın ayrıcalığını yaşadı, çünkü imparator bu dini bonkörce destekliyordu. Konstantin, imparatorların dinî ilkeler üzerine sorgulama yapabilmesinin önüne geçen prensipler ortaya koydu ve imparatorlar artık bu iş için genel eklesiyastik konsillere başvurmak zorundaydı. Arles Konsili ve Birinci İznik Konsili'ni toplaması, Konstantin'in kilisenin birliğine olan ilgisini ve kendinin bunun başında olma niyetini göstermektedir. Çoktanrıcılığın ülke çapında yeniden canlanması için kararlı adımlarıyla bilinen Julianus 361'de başa geçince, Hristiyanlık dininin yayılışı kesintiye uğradı ve imparator kilise tarafından "Dönme Julianus" olarak adlandırıldı. Bu süreç imparator 363'te bir savaşta öldürülünce bitti.

I. Theodosius (379-395), imparatorluğun doğusunu ve batısını beraber yöneten son imparatordu. 391 ve 392 yıllarında bir seri ferman vererek pagan dinin kökten yasakladı. Pagan festivalleri, kurbanları, pagan tapınaklarına ve ibadet mekanlarına girişler yasaklandı. Olimpiyat Oyunları'nın sonuncusunun 393 yılında yapıldığına inanılmaktadır. 395'te I. Theodosius, imparatorluk makamını oğulları Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında müştereken paylaştırarak idari yapılanmayı tekrar bölmüş oldu. 5. yüzyılda batının yaşadığı zorlukların pek çoğu doğuda kendini göstermedi. Bunun hatrı sayılır sebeplerinden biri doğuda daha gelişmiş kentsel bir kültürün oluşu ve daha zengin finansal kaynaklar sebebiyle düşmanların haraçlarla bastırılabilmesi ile paralı askerlerin tutulabilmesiydi. Bu başarı II. Theodosius'a Roma yasasının kanunlaştırılması ve Konstantinopolis Surları'na eklemeler yapılması gibi projelere odaklanmak için fırsat verdi ve şehir 1204'e kadar bütün saldırılara dayandı. Theodosius Surları'nın büyük kısmı günümüze ulaşmıştır.

Hunlar'ı savuşturmak için, Theodosius Attila'ya çok büyük miktarlarda yıllık haraç vermek zorunda kaldı. Kendinden sonra gelen Marcianus bu haracı vermeyi reddetse de, Attila zaten ilgisini çoktan Batı'ya yöneltmişti. 453'te Attila ölünce Hun İmparatorluğu çöktü ve geriye kalan Hunlar'ın pek çoğu Konstantinopolis tarafından paralı asker olarak göreve alındı.

Batı Roma İmparatorluğu'nun düşüşü

Attila'nın çöküşünden sonra, Doğu İmparatorluğu barışçıl bir dönemin tadını çıkardı. Ancak Batı İmparatorluğu'nda durum daha kötüye gidiyordu çünkü Cermen halklarının devamlı göçleri ve genişlemesi sürüyordu (bu ülkenin yıkılışı tam olarak Romalı Cermen general Odoacer'in Batı Roma imparatoru Romulus Augustulus'u görevden aldığı 476 yılına tekabül eder).

480 yılında Batı imparatoru Julius Nepos'un ölümüyle, Doğu imparatoru Zeno ülkenin tek otoritesi haline geldi. O sırada İtalya'nın hakimi olan Odoacer, sözde Zeno'nun astıydı ancak tam bir özerklikle hareket ediyordu ve sonunda da imparatora karşı beliren isyanlara destek sağladı.

Zeno, Moesia'ya yerleşmeye başlamış işgalci Ostrogotlar ile anlaşmaya vardı ve Odoacer'den kurtulmak adına, Gotik kralı Teoderik'i magister militum per Italiam ("İtalya başkomutanı") vasfıyla İtalya'ya yürümek üzere ikna etti. Teoderik İtalya'yı fethedince, Zeno Doğu İmparatorluğu'nu böylesi başa çıkılmaz bir asttan (Odoacer) kurtarmış ve bunu imparatorluğun kalbinden uzakta birini (Teoderik) göndererek yapmıştı. Odoacer'in 493'teki yenilgisinden sonra Teoderik İtalya'yı fiilen yönettiyse de doğu imparatoru tarafından hiçbir zaman "kral" (rex) unvanıyla tanınmadı.

491'de, Roma asıllı yaşlı kamu hizmet görevlisi olan I. Anastasius, imparator olduysa da yeni imparatorun askerî gücü İsauria direnişine kadar kendini göstermedi. Anastasius, çalışkan bir reformcu ve iş bilir bir yönetici olarak kendini gösterdi. I. Konstantin'in tedavüle soktuğu para sistemini mükemmelleştirdi ve günlük hayatta kullanılan bakır follisin ağırlığını net olarak ayarladı. Bunun yanında vergi sistemi için reformlar getirdi ve khrisargiron vergisini kaldırdı. 518'de Anastasius öldüğünde, Devlet Hazinesi'nde 150 ton gibi devasa miktarda altın bulunmaktaydı.

Jüstinyen Hanedanı

Jüstinyen Hanedanı, I. Justinus ile başlar. Okuma yazması olmadığı halde, askerî rütbe bakımından yükselerek 518'de imparator oldu. Kendisini, 527'de kendi hükümdarlığı sırasında da muhtemelen özel yetkilere sahip olan yeğeni I. Justinianus izler. Geç antik çağın en önemli isimlerinden ve büyük ihtimalle Latinceyi anadili olarak konuşan son Roma imparatoru olan Justinianus, nevi şahsına münhasır bir dönem dizayn etti. Bu dönemde hırslı fakat kısmen hayata geçirilmiş renovatio imperii veya "İmparatorluğun restorasyonu" ilkesi göze çarpar. İmparatorun karısı Theodora da yönetimde oldukça etkiliydi.

529'da Justinianus, Kapadokyalı İoannis tarafından yetki verilmiş on kişilik komisyon atayarak Roma yasalarını gözden geçirtti ve "Corpus Juris Civilis" adıyla bilinen yasaları ve hukukçu alıntılarını kanunlaştırdı. 534'te Corpus güncellendi ve Justinianus tarafından 534'ten sonra konulan yasalar ile beraber, geriye kalan Bizans döneminin hukuk sistemi büyük ölçüde çizilmiş oldu. Corpus, birçok modern devletin hukuk düzeninin temelini oluşturur.

532'de, Justinianus doğu sınırlarını güvenceye almak adına I. Hüsrev ile antlaşma imzaladı ve Sasaniler'e yıllık büyük haraçlar vermeye razı oldu. Aynı yıl Konstantinopolis'te büyük bir ayaklanmadan daha da güçlenerek sağ kurtuldu (Nika ayaklanması) fakat bu olay sonunda imparatorun emriyle 30 ila 35 bin insan öldürüldü. Justinianus, 533'te batı fetihlerini, generali Belisarius'u, 429'dan beri, başkenti Kartaca ile birlikte Vandallar'ın hakimiyeti altında olan Afrika eyaletini tekrar ele geçirmek üzere gönderdiğinde başlatmış oldu. Bu fetihler beklenmedik bir kolaylıkla kazanılsa da, 548'e kadar büyük yerel kabileler bastırılamadı. Ostrogot İtalya'sında Teoderik, onun yeğeni, varisi Athalarik ve kızı Amalasuintha ölünce, Amalasuintha'nın katili Theodahad (h. 534-536) başa geçti fakat bu yeni otorite daha güçsüzdü.

535'te Sicilya'ya yapılan bir Bizans seferi kolayca başarıya ulaştıysa da, Gotlar direnişlerini güçlendirdiler ve Belisarius'un başarılı Napoli ve Roma kuşatmaları sonucunda Ravenna'yı ele geçirdiği 540'a kadar herhangi bir zafer elde edilmedi. 535–536'da Theodahad, Papa I. Agapetus'u Konstantinopolis'e göndererek Bizans güçlerinin Sicilya, Dalmaçya ve İtalya'dan çekilmesini rica etti. Her ne kadar Agapetus, Justinianus'la barış imzalama görevinde başarılı olamasa da, Theodora'nın tüm desteğine ve korumasına rağmen Monofizit I. Anthimos kınandı ve en azından bu konuda başarılı olmuş oldu.

Ostrogotlar kısa sürede Kral Totila komutası altında birleşerek Roma'yı 546'da ele geçirdi. 544'te İtalya'ya gönderilmiş olan Belisarius, sonunda 549'da Konstantinopolis'e geri çağrıldı. Ermeni hadımı Narses'in İtalya'ya 35.000 kişilik bir orduyla varışı (551 sonu), Gotik geleceğinde yeni bir yön çizdi. Totila, Taginae Muharebesi'nde yenildi; ondan sonra gelen Teya'da Mons Lactarius Savaşı'nda (Ekim 552) yenik düştü. Birkaç Gotik garnizonunda devam eden direnişe ve Franklar ve Alamanlar'ın ardışık işgallerine rağmen İtalyan yarımadası için yapılan savaş sona erdi. 551'de, Vizigot Hispania'sından bir asil olan Athanagild, Justinianus'tan krala karşı yaptıkları ayaklanma için yardım istedi ve imparator başarılı bir komutan olan Liberius'un altında bir birliği onlara gönderdi. Böylece Bizans, Herakleios dönemine kadar İber Yarımadası'nda bir sahil kesimini elinde tuttu.

Doğuda Roma-Pers savaşları 561'de Justinianus ile Hüsrev'in elçilerinin elli yıllık bir barış imzalamasına kadar sürdü. 550'lerin ortalarına doğru Justinianus, Balkanlar haricinde savaştığı pek çok cephede galibiyet kazanmıştı. Balkanlar'da Slavlar ve Gepidler sürekli akınlarına devam ediyordu. Sırplar ve Hırvatlar'ın dahil olduğu kabileler Herakleios döneminde Balkanlar'ın kuzeybatısına yerleştirildi. Justinianus, Belisarius'u emekliliğinden geri çağırdı ve yeni Hun tehlikesini bertaraf etti. Tuna Nehri donanmalarının güçlendirilmesi, Kutrigur Hunları'nın geri çekilmesine ve Tuna'nın gerisine güvenli geçişleri garantileyen bir antlaşma imzalanmasına yol açtı.

Her ne kadar çoktanrıcılık 4. yüzyıldaki Konstantin zamanından beri devlet tarafından bastırılmış olsa da, geleneksel Greko-Romen kültürü, 6. yüzyılda hâlen Doğu İmparatorluğu'nda etkiliydi. İoannis Filoponus gibi filozoflar, bu dönemde Hristiyan düşünce ve deneyciliğine ek olarak var olan neoplatonik fikirlere dikkat çeker. Ancak Helenistik felsefe yerini yavaş yavaş yeni Hristiyan felsefesine bıraktı. 529'da Platon Akademisi'nin kapatılması önemli bir kilometre taşıdır. Besteci Romanos tarafından yazılan ilahiler Kutsal Liturji'nin gelişimini işaret ederken, mimar Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius, Kutsal Bilgelik Kilisesi veya bilinen adıyla Ayasofya'yı, Nika ayaklanması sırasında yıkılan önceki bir kilisenin yerine inşa etti. 537'de tamamlanan Aya Sofya, Bizans mimarlık tarihindeki en göze çarpan eserlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. 6. ve 7. yüzyıllarda, imparatorlukta veba salgınları patlak verdi. Bu salgınlar, nüfusu tahrip ettiği gibi ekonomik kayıplara yol açarak ülkeyi güçsüzleştirdi.

565'te Justinianus öldüğünde, kendinden sonra gelen II. Justinus, Perslere yüksek miktarlarda haraç ödemeyi reddetti. Bu sırada Cermen Lombardlar İtalya'yı işgal etti; yüzyılın sonunda İtalya'nın sadece üçte biri Bizans elindeydi. Justin'den sonra gelen II. Tiberius, düşmanları arasında seçim yaptı ve Avarlar'a yardım ederek Persler'e savaş ilan etti. Tiberius'un generali Mauricius, doğu sınırlarında başarılı bir sefer yürütse de, Avarlar aldıkları yardımlara rağmen dizginlenmemişti. Avarlar Balkanlar'da ilerleyerek 582'de Sirmium kalesini ele geçirdi ve Slavlar Tuna'nın karşısında seferlere başladı.

Bu sırada Tiberius'un yerini alan Mauricius, Pers iç savaşına müdahale etti, meşru II. Hüsrev'i tekrar tahta çıkartarak kızını onunla evlendirdi. Mauricius'un damadıyla anlaşması neticesinde, Bizans'ın sınırları doğuya doğru genişledi ve enerjik imparator dikkatini Balkanlar'a odaklama şansı buldu. 602 itibarıyla, başarılı Bizans seferleri Avarları ve Slavları Tuna'nın gerisine itti. Ancak Mauricius'un Avarlar tarafından alınan birkaç bin esiri için fidyeyi reddetmesi ve birliklerini kış ortasında Tuna'ya sürmüş olması onun şanını kısa sürede aşağıya çekti. Phocas adında bir subay, birlikleri Konstantinopolis'e geri getirerek bir isyan çıkardı. Mauricius ve ailesi kaçmaya çalışırken öldürüldü.

Daralan sınırlar

Herakleios Hanedanı

Phocas'ın Mauricius'u öldürmesinin ardından Hüsrev, bunu Mezopotamya eyaletini işgal etmek için bir bahane olarak kullandı. Birçok Bizans kaynağında hiç değişmeden "zorba" olarak anılan ve halk tarafından tutulmayan Phokas, Senato önderliğinde kendine birçok komplonun kurulduğu bir isimdi. Herakleios, 610 yılında Kartaca'dan ucuna ikon iliştirilmiş bir gemiyle Konstantinopolis'e gelerek Phocas'ı yerinden etti.

Herakleios'un başa geçmesiyle Sasani ilerleyişi Levant'ın derinliklerine doğru iyice yayıldı ve Sasaniler Şam ve Kudüs'ü ele geçirerek Gerçek Haç'ı alıp Tizpon'a götürdü. Buna misillemeyle yanıt veren Herakleios için bu mücadele bir kutsal savaş karakterindeydi ve askerî sembol olarak İsa'nın acheiropoietos görüntüsünü kullanıldı (benzer bir şekilde, Konstantinopolis 626 yılında Avar - Sasani - Slav güçleri tarafından kuşatıldıktan sonra elde edilen zafer, Patrik Sergios'un şehir surlarında yürüyüş eşliğinde taşıdığı Meryem Ana'nın ikonuna atfedilmişti). Yine bu kuşatma sırasında Bizans-Sasani Savaşı zirve noktasına erişmişti ve ittifak ordusu 626'nın Haziran ve Temmuz ayları arasında Konstantinopolis'i kuşatmış oldu. Bunun hemen ardından Sasani kuvvetleri Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Bunun ardından Herakleios'un kardeşi Theodorus'un Sasani generali Şahin'i yenilgiye uğrattığı haberi gelince Pers yenilgisi kesinleşti. Bunun üzerine Herakleios, Sasani Mezopotamya'sına tekrar işgal kuvvetleri yolladı.

Ana Sasani kuvvetleri Ninova'da 627'de yenilgiye uğratıldı ve 629'da Herakleios, Gerçek Haç'ı o sırada savaş nedeniyle anarşinin ve iç savaşın hüküm sürdüğü Sasani başkenti Tizpon'dan alarak büyük bir şölenle Kudüs'e götürdü. Nihayetinde Persler bütün kuvvetlerini geri çekip eskiden Roma'nın elinde olan Mısır, Levant, Mezopotamya ve Ermenistan topraklarını Bizans'a önceden 595 yılı dolaylarında yapılmış bir antlaşmaya tekrar uyarak geri verdi. Bu savaş Bizans ve Sasani imparatorluklarını oldukça zayıflattı ve onları hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan Müslüman kuvvetlerine karşı son derece hassas hale getirdi. Bizanslılar 636'daki Yermük Muharebesi'nde Araplara karşı çok ağır bir yenilgiye uğradı, Tizpon ise 637'de düştü.

Konstantinopolis Kuşatması (674–678)

O sıralarda Suriye ve Levant'ı sıkıca kontrol altında tutan Araplar, Anadolu içlerine sık sık işgalci kuvvetler yolluyordu ve 674–678 arasında doğrudan Konstantinopolis kuşatıldı. Arap donanması Rum ateşi tekniğinin de yardımıyla püskürtüldü ve Emevîler ile otuz yıllık ateşkes imzalandı. Buna karşın Anadolu işgalleri son hız devam ediyordu ve buradaki halk, eski şehir surları içinde daha küçük alanlara duvarlar ördüğünden veya yakındaki kalelere taşındığından klasik kent kültürü iyice bozuldu. Konstantinopolis'in nüfusu bu süreçte 500.000'den 40.000–70.000 aralığına kadar geriledi ve diğer şehirler gibi kısmen kırsallaştı. Şehir, Bizans 618'de Mısır'ı önce Perslere, sonra Araplara kaptırınca ücretsiz tahıl taşımacılığı hakkını kaybetti ve halka buğday dağıtımı durma noktasına geldi.

Eski yarı-özerk belediye kuruluşlarının yok olmasıyla ortaya çıkan boşluk, Anadolu'yu eyaletlere ayıran ve kent yönetiminin imparatorluk idaresine doğrudan sorumlu olduğu belirli ordulara bırakıldığı thema sistemiyle dolduruldu. Bu sistemin kökenleri Herakleios'un geçici kurallarından kaynaklanabiliyor olabilir fakat 7. yüzyıl boyunca imparatorluk yönetiminin yepyeni bir sistemi haline dönüştü. İmparatorluğun 7. yüzyılda yaşadığı toprak kayıplarını izleyen bu devasa kültürel ve kurumsal yeniden yapılanma, Akdeniz'in doğusundaki Romalılık kavramının kırılmasına ve bundan sonrasında Bizans'ın Roma'nın doğrudan devamı olmaktan ziyade herhangi bir başka ardıl ülke olarak okunarak daha iyi anlaşılır hale gelmesine yol açtığı söylenegelmiştir.

Balkanlar'dan çok sayıda birliğin önce Persler, sonra Araplar ile savaşmak üzere ayrılması, Slav halklarının yarımadanın güneyine doğru yayılmasına zemin hazırladı. Bunun bir sonucu olarak, Balkanlar'da da Anadolu'da olduğu gibi birçok şehir küçük surlu yerleşimlere büzüştü. 670'lerde Bulgarlar, Hazarlar'ın gelişiyle Tuna'nın güneyine geçmeye başladı. 680'de bu yeni yerleşimleri dağıtmak üzere gönderilen Bizans kuvvetleri yenilgiye uğradı.

681'de IV. Konstantinos, Bulgar hanı Asparuh ile bir antlaşma imzaladı ve yeni Bulgar devleti, daha önce ismen de olsa Bizans yönetimini tanıyan birkaç Slav kabilesi üzerinde bağımsızlık elde etti. 687–688'de Herakleios Hanedanı'nın son imparatoru II. Justinianos, Slavlara ve Bulgarlara karşı bir sefer düzenleyerek kayda değer kazanımlar elde etti. Ancak imparatorun Trakya'dan Makedonya'ya kadar savaşmak zorunda kaldığı gerçeği, Bizans'ın Balkanlar'ın kuzeyinde ne denli hakimiyet kaybına uğradığının ipuçlarını vermektedir.

II. Justinianos, şiddetli vergilendirme ve "yabancılar"ı idari konumlara yerleştirme yollarını kullanarak kent aristokrasisinin gücünü kırmaya çalıştı. Sonrasında, 695 yılında yetkileri elinden alındı ve önce Hazarlar'a, sonra Bulgarlar'a sığındı. 705'te Bulgar hanı Tervel'in ordularıyla Konstantinopolis'e geri döndü, tahtını tekrar aldı ve düşmanlarına karşı bir korku krallığı inşa etti. Son kez yine kent aristokrasisi desteğiyle tahttan indirildiği 711 yılı, Herakleios Hanedanı'nın sonunu getirdi.

İsauria Hanedanı'ndan I. Basileios dönemine kadar

III. Leon 718'de Arap istilasını geri püskürttü ve kendini Anadolu'daki themaları yeniden organize edip sağlamlaştırmaya adadı. Kendinden sonra gelen V. Konstantinos, Suriye'nin kuzeyinde kayda değer zaferler kazandı ve Bulgar gücünü kırdı.

Slav Thomas'ın 820'ler başında çıkardığı isyan sonrası Bizans'ın güçsüzlüğünden yararlanan Araplar toparlanıp Girit'i fethetti. Bunun yanında Sicilya'ya başarılı bir sefer düzenledilerse de, 863'te general Petronas, Melitene (Malatya) emiri Ömer bin Abdullah'yı ağır bir yenilgiye uğrattı. Krum Han önderliğindeki Bulgar tehlikesi de bu sıralarda tekrar ortaya çıktı, fakat 815–816 yıllarında Krum'un oğlu Omurtag, Bizans imparatoru V. Leon ile bir antlaşma imzaladı.

İkonoklazm üzerine dinî tartışmalar

8. ve 9. yüzyıllar boyunca imparatorluğun bir asırdan fazla ana gündemi olan ikonoklazm tartışmaları görüldü. İkonlar (burada her türlü dinî görsel ifade edilmektedir), 730 yılı civarında Leon ve Konstantinos tarafından yasaklandı ve bu durum ülke çapında ikonofillerin (ikonları savunanlar) ayaklanmasına neden oldu. İmparatoriçe İrini'nin çalışmaları sonucunda 787'de İkinci İznik Konsili toplandı ve ikonlara tapılmaması, sadece saygı gösterilmesi kararlaştırıldı. İrini'nin Şarlman'la evlenme planları bilinir, ancak Günah Çıkartıcı Theofanis'e göre bu planlar İrini'nin favorilerinden olan Aetios yüzünden suya düşmüştür.

9. yüzyıl başlarında V. Leon, ikonoklazm yasalarını tekrar yürürlüğe soktuysa da, 843'te imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios'un yardımıyla ikonlara saygıyı tekrar yürürlüğe soktu. İkonoklazm, Doğu ve Batı arasındaki yabancılaşmanın artmasında önemli bir rol oynadı. Bu ayrışmalar, Papa I. Nikolas'ın Fotios'un patrik olmasına tepki göstermesiyle ortaya çıkan Fotios bölünmesi ile daha da kötüleşti.

İki ikonoklazm arası dönem

Savunma önlemlerine de ağırlık veren I. Nikiforos 7. yüzyıldan beri süregelen toprağa bağlı stratiotes temelli savunma sisteminde ufak değişiklikler yapmıştır. Etkin bir ordu oluşturmak için sayıları yeterli olmayan ve kendi teçhizatlarının giderlerini karşılayabilecek maddi güce sahip olan stratioteslerin yanı sıra daha az gelirli köylüler de sistem içerisinde dahil edilmiş, teçhizat bedellerini toparlayabilmeleri adına da bağlı oldukları toprağı birkaç kişiyle paylaşma serbestiyeti tanınmıştır. Böylece ordu mevcudu çoğaltılmıştır. Aynı girişim o döneme dek böyle bir sisteme bağlı olmayan denizciler için de yapılmış, devlet arazileri yine devletin belirlediği fiyattan zorunlu olarak askerlere satılmıştır. Önceki yüzyıllarda görülen iskân siyasetine benzer olarak Küçük Asya'daki halkını Sklavinia'ya yerleştiren I. Nikiforos, bu kişileri de bu coğrafyada stratiotes nizamı kapsamına almıştır.

Şarlman, I. Nikiforos'u edinmiş olduğu imparator unvanını tanıması için sıkıştırmış ve Dalmaçya kıyılarına baskın yapmıştır. I. Nikiforos ise buna cevap olarak Balkanlardaki Bizans egemenliğini güçlendirmek adına Peloponnessos'u ele geçirerek bölgede yeni themalar teşkil etmiş ve thema sistemini ilk kez Küçük Asya dışına taşıyan kişi olmuştur. Ayrıca Küçük Asya'dan bölgeye gerçekleştirdiği iskânlar ile bölgeye devlete güçlü bağlılık duyguları olan halkları yerleştirmiştir.

I. Nikiforos, gerçekleştirdiği askerî ve mali tedbirler ile İrini döneminde bu alanlarda görülen gerilemeyi telafi edebilmişti. Bu ilerlemelere rağmen Hârûnürreşîd'in Ankira'ya kadar ilerlemesine mani olunamamış, haraç ödemek ve hem kendi hem de oğlu adına kafa vergisi ödemek suretiyle Araplara karşı küçük düşürücü bir hezimet yaşanmıştır. 809 yılında Hârûnürreşîd'in ölümü ve Araplar arasında iç karışıklık çıkmasıyla doğu toprakları bir süre için sorun olmaktan çıkmış olsa da Avarların Şarlman tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bu rakiplerinden kurtulan Bulgarlar sorun haline gelmeye başlamıştır. Krum'un 809 yılında Bizans toprağı olan Serdika'ya girmesine karşılık 811 yılında büyük bir orduyla barış teklifini de reddederek Bulgarların başkenti Pliska'ya yürüyen I. Nikiforos, şehri yakıp yıkmıştır. İmparator, yeni bir barış teklifini daha reddederek dağ içlerine çekilen Bulgar ordusunu takip etmeye karar vermiş ancak 26 Temmuz 811 tarihinde arazi şartlarını iyi bilen Krum ve ordusu tarafından kuşatılarak öldürülmüş, ordusu da tamamen imha edilmiştir. Krum, büyük başarısını imparatorun kafatasını şarap kadehi yaparak kutlamıştır. Bizans'ın itibar kaybı askerî bozgunun önüne geçmiş, 378 yılında Valens'in Vizigotlarca Hadrianapolis Muharebesi'nde savaş meydanında öldürülmesinden beri ilk kez bir Roma imparatoru aynı sonu yaşamıştı.

Makedon Hanedanı ve canlanma (867–1025)

I. Basileios'un 867'de tahta geçmesi, iki buçuk asır boyunca devam eden Makedon Hanedanı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu hanedanda Bizans'ın en becerikli hükümdarlarından birkaçı yer alır ve dönem boyunca yeniden canlanma havası hakimdir. İmparatorluk dış düşmanlara karşı savunma halinden, tekrar kaybedilen toprakları yeniden fetheden bir ülke konumuna dönmüştür.

Askerî ve idari otoritenin toparlanmasına ek olarak, Makedon Hanedanı dönemi felsefe ve sanat gibi alanlarda kültürel bir uyanışa da sahne olmuştur. Slavların Balkan istilasından ve Arap istilalarından önceki Bizans'ta var olduğu kabullenilen aydınlığı tekrar canlandırmak üzere bilinçli çabalar görülmektedir ve bu çağ sıklıkla Bizans'ın "Altın Çağı" olarak gösterilir. Her ne kadar toprak bakımından imparatorluk I. Justinianus dönemindekinden kayda değer oranda küçük olsa da, önemli bir güç kazanımı görüldüğü gibi, daha az dağınık coğrafyanın getirisi olarak ülke siyasi, ekonomik ve kültürel olarak daha entegreydi.

Araplar ile savaşlar

I. Basileios'un tahttaki ilk yıllarında Arap istilacıların Dalmaçya kıyılarına yaptığı seferler başarılı bir şekilde bastırıldı ve bölge bir kez daha güvenli Bizans toprakları arasındaki yerini aldı. Bu durum, Bizans misyonerlerinin içlere yayılarak Sırpları, günümüzde Hersek ve Karadağ çevresinde yaşayan halkları Ortodoks Hristiyanlığı'na çevirme fırsatını doğurdu. Malta'yı geri almak için çıkılan sefer, Malta halkı Arapların yanında yer alınca ve Bizans garnizonlarını katledince büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.

Buna karşın, Güney İtalya'daki Bizans egemenliği gittikçe sağlamlaştırıldı ve 873 yılı itibarıyla Bari, imparatorluğun bir parçası oldu. Güney İtalya'nın büyük kısmı sonraki 200 yıl boyunca da ülkenin bir parçası olarak kaldı. Daha önemli olan doğu cephelerinde, Bizans savunmasını yeniden inşa ederek hücuma geçti. Paulusçular yenildi ve başkentleri Tephrike (Divriği) alındı. Buna ek olarak Samosata'nın yeniden alınmasının ardından Abbâsîler'e karşı hücumlar başladı.

Basileios'un oğlu ve ardılı VI. Leon döneminde, o dönem güçsüzleşmiş olan Abbâsîler'e karşı seferler ve toprak kazanımları devam etti. Ancak 902'de Sicilya Araplara kaybedilirken 904'te imparatorluğun ikinci büyük şehri Selanik bir Arap donanması tarafından yağmalandı. Bizans donanması, çok çabuk olarak düzenlendi ve 7. yüzyılda Araplara kaybedilmiş olan Kıbrıs ve Suriye'deki Laodicea birkaç yıl içerisinde geri alındı. Bu intikama karşın, Bizanslılar Müslümanlara karşı hâlen kesin bir darbe vurabilmiş değillerdi ve hatta 911'de Girit'i geri almak için yapılan sefer büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.

Bulgar çarı I. Simeon'un 927'de ölmesiyle Bulgarlar oldukça güçsüzleşti ve bu da Bizanslıların doğuya odaklanması için fırsat yarattı. 934 yılında Melitene (Malatya) kalıcı olarak ele geçirildi ve 943 yılında ünlü general İoannis Kurkuas, ataklarını Mezopotamya'ya çevirerek en önemlisi Edessa'nın (Şanlıurfa) fethi olan birçok önemli başarıya imza attı. Kurkuas özellikle, İsa'nın bir portresinin damgalandığı iddia edilen ve bu yüzden saygı duyulan Mandilo'yu Edessa'dan alarak Konstantinopolis'e getirmesiyle nam saldı.

Asker imparatorlar II. Nikiforos (h. 963-969) ve I. İoannis (h. 969-976) ülkenin sınırlarını doğrudan Suriye'nin içine doğru genişleterek kuzeybatı Irak'taki emirleri yenilgiye uğrattı. 962'de büyük bir şehir olan Halep yine Nikiforos tarafından ele geçirildi ve 963'te Araplar, Girit'ten kesin bir zaferle atıldı. Girit'in yeniden alınması, Ege'deki Arap istilalarına bir son verdiği gibi Yunan anakarası tekrar gelişmeye başladı. Kıbrıs 965'te kalıcı olarak geri alındı ve 969'da Antioch (Antakya) ele geçirilip bir Bizans eyaleti olarak ülkeye katıldığında Nikiforos'un başarıları zirveyi görüyordu. Ardılı İoannis Çimiskes, Şam, Beyrut, Akka, Sayda, Kayserya ve Tiberya şehirlerini fethetti ve Bizans ordusunu Kudüs'e şaşırtıcı derecede yakınlığa yerleştirdi. Ancak İslam'ın güç merkezleri Irak ve Mısır'a dokunulmadı. Kuzeyde yapılan uzun seferlerin ardından son Arap tehlikesi olan zengin Sicilya eyaletine 1025'te II. Basileios tarafından sefer düzenlendi ancak Basileios sefer tamamlanmadan öldü. Yine de, bu dönemde imparatorluğun sınırları Messina Boğazı'ndan Fırat Nehri'ne, Tuna'dan Suriye'ye kadar uzanmaktaydı.

Bulgar İmparatorluğu ile savaşlar

Roma Makamı ile yaşanan geleneksel mücadeleler Makedonya Hanedanı döneminde de devam etti ve yeni yeni Hristiyanlaşan Bulgaristan üzerindeki üstünlük tartışmasıyla iyice mahmuzlandı. İki devlet arasındaki seksen yıllık barışın ardından, güçlü Bulgar çarı I. Simeon 894 yılında saldırıya geçti ancak Macarlar'ın desteğini alarak donanmasını Karadeniz'de Bulgaristan üzerine süren Bizanslar'a karşı yenildiler. Bizans yine de 896'da Bulgarofigon Muharebesi'nde Bulgarlara yenildi ve onlara yıllık haraç ödemek zorunda bırakıldı.

VI. Leon 912'de öldü ve düşmanlıklar kısa süre sonra tekrar su yüzüne çıktı; Simeon büyük bir ordu toplayarak Konstantinopolis'e yürüdü. Her ne kadar şehir duvarları zaptedilemez olsa da Bizans yönetimi düzensizlik içindeydi. Bu yüzden Simeon şehre davet edilerek Bulgar basileus'u (imparator) tacıyla ödüllendirildi genç VII. Konstantinos'un Bulgar kralının kızlarından biriyle evlenmesi sağlandı. Konstantinopolis'te patlak veren bir ayaklanma bu hanedan planını suya düşürünce Simeon tekrar Trakya'yı istila ederek Adrianopolis'i (Edirne) işgal etti. Bizans böylece hem başkentinden birkaç gün uzakta güçlü bir Hristiyan devletle karşı karşıyaydı hem de iki cephede savaşmak durumunda bırakılmıştı.

Leo Fokas ve I. Romanos önderliğinde başlatılan bir sefer 917'de Akhelou Muharebesi'nde ezici bir yenilgiyle sonuçlandı ve sonraki yıl Bulgarlar Yunanistan'ın kuzeyini yağmalamakta özgürdü. Adrianopolis 923'te tekrar yağmalandı ve Bulgar ordusu 924'te Konstantinopolis'e yürüdü. Ancak Simeon 927'de aniden öldü ve Bulgar gücü hemen kırıldı. Bulgarlar ve Bizanslılar uzun süren barışçıl bir döneme girdiler ve Bizans artık doğudaki Müslüman istilacılara karşı savaşmakta daha özgürdü. 968'da Bulgar toprakları Kiev Rusları tarafından I. Svyatoslav önderliğinde yağmalansa da, üç yıl sonra I. İoannis, Kiev Knezliği'ni yenerek Bulgaristan'ın doğusunu Bizans'a kattı.

Bulgar Cometopuli Hanedanı sırasında ayaklanmalar tekrar canlansa da, yeni imparator II. Basileios (h. 976-1025) boyun eğen Bulgarları temel politikası haline getirmişti. Yine de Basileios'un Bulgaristan üzerine ilk seferi Trajan Kapıları'nda onur kırıcı bir yenilgiyle sonuçlandı. Sonraki senelerde imparator Anadolu'daki iç ayaklanmalarla meşguldü ve Bulgarlar ülkelerini Balkanlar içinde genişlettiler; savaş neredeyse yirmi yıl sürdü. Bizans'ın Sperkhios ve Üsküp zaferleri Bulgarları önemli ölçüde yavaşlattı ve yıllık seferler sayesinde Basileios, düzenli olarak Bulgar kalelerini ele geçirdi. 1014'teki Kleidion Muharebesi'nda Bulgarlar yok edildi: orduları esir alındı, her 100 erkekten 99'unun kör edildiği ve geriye kalan 1 adamın hemşehrilerini eve götürmesi için sağ bırakıldığı söylenir. Çar Samuil, bu bir zamanlar yenilmez ordusunun kırık parçalarını görünce şok geçirerek öldü. 1018'de son Bulgar kaleleri teslim oldu ve ülke yine imparatorluğa katıldı. Bu zafer Tuna cephesini Herakleios döneminden beri ilk defa güvenli bir hale soktu.

Kiev Knezliği ile ilişkiler

850 ve 1100 arasında Bizans, yeni kurulan ve Karadeniz'in kuzeyi boyunca yayılan Kiev Knezliği'ne karşı karışık bir politika izledi. Bu ilişkiler, Doğu Slavları'nın tarihinde uzun süren yankılara yol açacaktı ve imparatorluk, hızlıca Kiev'in ana ticaret ve kültür partneri oldu. Ruslar Konstantinopolis'e ilk saldırısını 860 yılında gerçekleştirdi ve şehrin varoşlarını yağmaladı. 941'de Kiev Rusları Boğaziçi'nin Asya kıyılarında belirdiyseler de Bizans'ın 907 sonrası askerî gücü neticesinde ezici bir yenilgiye uğradılar ki Bizans, aynı güçlü sürecin başında Rusları sadece diplomasiyle geriye püskürtmüştü (907). II. Basileios Kiev Rusları'nın yükselen gücüne kayıtsız kalamadı ve kendinden önceki imparatorların yolundan giderek dini siyasi emelleri için kullanma yoluna gitti. Rus–Bizans ilişkileri 988'de Anna Porfirogenita'nın Büyük Vladimir'le evlenmesi ve sonucunda Kiev Ruslarının Hristiyanlaşması'nın ardından iyice yakınlaştı. Bizans rahipleri, mimarları ve sanatçıları, Rusların hakimiyeti altındaki birçok katedral ve kilisede çalışmak üzere davet edildi. Bu sayede Bizans kültürü daha geniş sınırlara ulaştı ve buna karşılık birçok Rus da başta ünlü Vareg Muhafızlar olmak üzere Bizans ordusunda paralı asker olarak çalıştı.

İlişkiler Ruslar Hristiyanlaştıktan sonra bile her zaman arkadaş canlısı olmadı. İki tarafın çarpıştığı en büyük çatışma, 968–971 arasında Bulgaristan'da yaşandı. Bunun yanında Karadeniz limanlarına ve Konstantinopolis'e yönelik Rus istilacı seferleri zaman zaman kaydedildi. Her ne kadar bu istilaların çoğu Bizans tarafından geri püskürtülmüş olsa da, bunların sonunda sıklıkla antlaşmalar yapıldı ve bu antlaşmalar genellikler Ruslar yararına düzenlendi. Örneğin, Rusların Bizanslılarla bağımsız bir güç olarak kapışmaya olan isteklerini gösteren belirtilerle bilinen 1043 savaşından sonra, devletler arasında yine bir antlaşma imzalandı.

Zirve

1025'te II. Basileios öldüğü zaman imparatorluk doğuda Ermenistan'dan batıda Güney İtalya'daki Calabria'ya kadar uzanıyordu. Bulgaristan'ın fethi, Gürcistan ve Ermenistan'ın bir kısmının ele geçirilmesi, Girit, Kıbrıs ve Antakya gibi stratejik yerlerin tekrar fethedilmesi gibi birçok başarıya erişilmişti. Üstelik bunlar taktiksel kazanımlardan ziyade uzun süreli kazanımlardı.

VI. Leon, Yunanca bütün Bizans kanunlarını yazdırdı. Bu 60 ciltlik devasa eser, sonraki bütün Bizans yasalarının temeliydi ve günümüzde hâlen üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Leon idari sistemi de yeniden yapılandırdı ve idari bölümlendirmelerin (Themata veya "Thema") sınırlarını tekrar çizdi. Bunun yanında rütbe ve ayrıcalıklar sistemini düzene soktu ve Konstantinopolis'teki çeşitli esnaf loncalarının davranışlarını düzenledi. Leon'un reformları, imparatorluğun önceki parçalılığını azaltarak, onu tek merkezli bir güce evriltti. Buna karşın, ülkenin artan askerî başarısı köylülüğe karşılık eyalet soyluluğunu büyük oranda artırdı ve zenginleştirdi ve köylüler bir çeşit köle konumuna indirgendi.

Makedon Hanedanı süresince Konstantinopolis tekrar canlandı ve 400.000'lik nüfusa eriştiği 9 ve 10. yüzyıllar boyunca Avrupa'nın en büyük ve en zengin şehri oldu. Bu süreçte Bizans, rekabetçi aristokratlar tarafından vergi toplama, iç işleri ve dış işleri konularında yürütülen, güçlü bir kamu hizmet sistemi yürütüyordu. Makedonyalı imparatorlar, ülkenin zenginliğini de Batı Avrupa'yla yapılan, özellikle ipek ve madeni eşyalar üzerine kurulu ticaretle oldukça artırmıştı.

Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık'ın ayrılması (1054)

Makedonya dönemi, dinî önem arz eden bazı olaylara da sahne oldu. Bulgar, Sırp ve Kiev Rusu kavimlerinin Ortodoks Hristiyanlığa geçmesi Avrupa'nın dinî haritasını kalıcı olarak değiştirdi ve etkileri hâlen sürmektedir. Selanikli iki Bizans Rum'u kardeş olan Kiril ve Metodius, Slavların Hristiyanlaşması sürecine kayda değer katkılar sağladı ve bu zaman içerisinde Kiril alfabesinin atası olarak bilinen Glagol alfabesi geliştirildi.

1054'te Batı ve Doğu Hristiyan Kiliseleri arasında Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması adı verilen nihai bir kriz yaşandı. Her ne kadar 16 Temmuz'da resmî olarak kurumsal ayrışma bildirisi yayımlanlamış olsa da, bir Cumartesi öğlesindeki Kutsal Liturji sırasında üç papa elçisi Aya Sofya'ya girip kilise mihrabına aforoz boğası yerleştirdiğinde, yüzyıllardır aşamalı olarak artan büyük ayrışma zirve noktasına erişti.

Kriz ve parçalanma

İmparatorluk kısa süre sonra, büyük oranda thema sisteminin bozulması ve askerî sistemin ihmal edilmesinden kaynaklanan zorluklarla dolu bir sürece girdi. II. Nikiforos, İoannis Çimiskes ve II. Basileios, askerî yapılanmayı (Grekçe: τάγματα, tagmata) acil müdahale eden, çoğunlukla savunmacı, vatandaşlardan oluşan bir yapıdan, profesyonel, sefere çıkan ve gittikçe paralı askerlere dayalı bir ordu haline getirmişti. İstila tehlikesi 10. yüzyıl itibarıyla azalmaya başlayınca bu oldukça pahalı paralı askerlere, büyük garnizonlara, pahalı savunma yapılarına ve dolayısıyla bütün bunların sürdürülebilirliğine duyulan ihtiyaç da azaldı. II. Basileios ölümünden sonra filizlenen bir hazine bıraksa da, kendinden sonra geleceklerin izleyebileceği bir plan yapmayı ihmal etti. Yakın dönem ardıllarından hiçbirinin özellikli askerî veya politik yeteneği yoktu ve imparatorluğun idaresi gittikçe kamu hizmeti sisteminin eline düştü. Bizans ekonomisini canlandırma girişimleri sadece enflasyona ve değeri küçültülmüş altın para sistemine yol açtı. Ordu şimdi gereksiz bir harcama ve siyasi bir risk olarak görülüyordu. Bu yüzden yerel birliklerin görevlerine son verildi ve ordu daha çok belirli kontratlar üzerinden yürüyen yabancı paralı askerlerle dolduruldu.

Aynı süreçte, imparatorluk yeni düşmanlar edindi. Güney İtalya'daki eyaletler, 11. yüzyıl başında İtalya'ya gelen Normanlar'ın tehdidi altında kaldı. Konstantinopolis ve Roma arasında 1054'teki Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması ile sonuçlanan çekişmeler sırasında Normanlar, yavaş ama emin adımlarla Bizans İtalya'sına doğru genişlemeye başlamıştı. Calabria'nın tagma merkezi olan Reggio, 1060'ta Robert Guiscard tarafından ele geçirildi ve bunu 1068'de Otranto'nun kaybı izledi. Puglia'daki ana kale olan Bari, Ağustos 1068'de kuşatıldı ve Nisan 1071'de düştü. Bizanslılar bunun yanında, 1069 itibarıyla Dalmaçya kıyılarındaki etkilerini, Hırvat kralı IV. Petar Krešimir'e (h. 1058-1074/1075) kaybetti.

Bunlara karşın bütün bu felaketlerin en kötüsü Anadolu'da yaşandı: 1065 ila 1067 yıllarında Selçuk Türkleri doğu Bizans sınırları dolaylarında Ermenistan içlerine keşiflere başladı. Bu acil durum, 1068'de kendilerinden biri olan Romen Diyojen'i imparator olarak seçen Anadolu'daki askerî aristokrasiyi etkiledi. 1071 yazında Romen Diyojen, Selçuklular'ı Bizans ordusuyla yüzleştirecek devasa bir doğu seferi düzenledi. Malazgirt Savaşı'nda Bizanslılar, sürpriz bir şekilde Sultan Alp Arslan tarafından yenilgiye uğradı ve imparator esir düştü. Alp Arslan, imparatora saygıyla yaklaştı ve Bizanslılara katı yaptırımlar empoze etmedi. Konstantinopolis'te ise bir askerî darbe sonucunda Mihail Dukas başa geçti ve bu iktidar, Nikiforos Bryennios ve Nikiforos Botaneiates'ten muhalefet gördü. 1081 yılı itibarıyla Selçuklular, Anadolu'da Ermenistan'dan Bitinya'ya kadarki Anadolu platosunu görünürde ele geçirmişti ve başkentlerini Konstantinopolis'e sadece 90 km uzakta bulunan İznik'e taşımışlardı.

Komninos Hanedanı ve haçlı seferleri

1081'den 1185'e kadar süren Komninos Hanedanı'nda beş imparator (I. Aleksios, II. İoannis, I. Manuil, II. Aleksios ve I. Andronikos) hüküm sürdü ve genel olarak Bizans'ın askerî, bölgesel, ekonomik ve siyasi pozisyonu üzerine süreğen, fakat sonuç itibarıyla tamamlanmamış bir restorasyon politikası yürütüldü. Her ne kadar Selçuk Türkleri Anadolu'da imparatorluğun kalbini ele geçirmiş olsa da, Bizans'ın çabalarının büyük bir kısmı bu dönemde Normanlar başta olmak üzere batı güçlerine yönelikti.

Komninos altındaki imparatorluk, I. Aleksios'un da sebep olduğu Kutsal Topraklar'a yönelik Haçlı Seferleri tarihinde anahtar rol üstlendi. Bu süreçte özellikle İoannis ve Manuil dönemlerinde Avrupa'da, Yakın Doğu'da ve Akdeniz havzasında kültürel ve siyasi bakından büyük bir nüfuz gücü kullandı. Komninos döneminde, Bizans ile Haçlı devletlerinin de dahil olduğu "Latin" Batı arasındaki iletişim oldukça ilerledi. Venedikli ve diğer İtalyan tüccarlar büyük miktardaki nüfuslarıyla Konstantinopolis başta olmak üzere ülkeye yerleşti (sadece 300 ila 400 binlik Konstantinopolis'te 60.000 Latin yaşıyordu) ve buna ek olarak I. Manuil tarafından yerleştirilen çok sayıda Latin paralı askerin nüfusa dahil oluşu, Bizans teknoloji, sanat, edebiyat ve kültürünün Latin Batı'ya sızmasına ve aynı şekilde Batı fikirlerinin imparatorluk içinde kendine yer bulmasına yol açtı.

Zenginlik ve kültürel hayat göz önüne alındığında Komninos döneminin Bizans tarihindeki tepe noktalarından biri olduğu söylenebilir. Bu dönemde Konstantinopolis'in, Hristiyan dünyasında boyut, zenginlik ve kültür bakımından lider bir şehir olarak kaldığı görülebilir. Bu sıralarda Antik Yunan felsefesine ve geleneksel Yunan edebiyatına dönük ilginin yeniden canlandığı görülebilir. Bizans sanatı ve edebiyatı Avrupa'da üstün bir yere sahip oldu ve bu etki oldukça uzun süreliydi.

I. Aleksios ve Birinci Haçlı Seferi

Malazgirt sonrasında Komninos Hanedanı'nın çalışmaları sayesinde Komninos Restorasyonu da denilen kısmi bir toparlanma gözlemlendi. İlk Komninos hükümdarı I. İsaakios (1057–1059) idi. Bundan hemen sonra başlayan Dukas Hanedanı'nı (1059–81) izleyen süreçte I. Aleksios 1081'de başa geçerek Komninos'ların tekrar güç kazanmasına yol açtı. Tahta çıkışının başlangıcından itibaren Aleksios, Robert Guiscard ve oğlu Boemondo önderliğindeki Normanlar tarafından haşmetli saldırılara maruz kaldı: Dirrahium ve Korfu elden çıktı, Teselya'daki Larisa kuşatıldı. Robert Guiscard'ın 1085'te ölümü Norman sorununu bir süre yatıştırdı. Bir sonraki sene Selçuk sultanı da ölünce sultanlık iç rekabet nedeniyle parçalandı. Aleksios kendi çabalarıyla, 28 Nisan 1091'deki Levounion Muharebesi'nde sürpriz saldırı yaptığı Peçenekler'i ağır yenilgiye uğrattı.

Batı'da istikrar sağlayan Aleksios, ekonomik sorunlara ve imparatorluğun geleneksel savunmasının bölünmesine eğilmek için zaman buldu. Buna rağmen, Selçukluların üzerine yürüyüp kayıp toprakları geri kazanacak insan gücüne sahip değildi. 1095'teki Piacenza Konsili'nde Aleksios'un elçileri Papa II. Urbanus'a Doğu Hristiyanlarının zulüm altında olduğunu söyleyerek, Batı'nın yardımı olmadan Hristiyanların Müslüman yönetimi altında zulüm görmeye devam edeceklerinin altını çizdi.

Urbanus'a göre Aleksios'un bu talebi Batı Avrupa'yı güçlendirmek ve Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesini kendi boyunduruğu altında birleştirmek için iyi bir fısattı. 27 Kasım 1095'te Papa II. Urbanus, Clermont Konsili'ni topladı ve katılımcıları Haç sembolü altında birleşerek askerî bir hac görünümünde Kudüs'ü ve Doğu'yu Müslümanların elinden tekrar almaya çağırdı. Batı Avrupa'nın bu çağrıya yanıtı ezici bir "evet"ti.

Aleksios Batı'dan paralı asker yoluyla yardım bekliyordu ve kısa süre sonra Bizans topraklarında beliren tamamen hazırlıksız, disiplinsiz ve kalabalık orduya hazır değildi. Gelen ordunun sekiz liderinden dördünün (hatta biri Boemondo) Norman olması Aleksios için iyi bir haber değildi. Yine de Haçlılar Konstantinopolis'ten geçmek zorunda olduğundan, imparatorun olaylar üzerinde belli oranda kontrolü vardı. İmparator, liderlerden Kutsal Topraklar'a giderken karşılarına çıkan bütün şehirleri Türkler'den alarak Bizans'a geri vermesi konusunda ant içmeyi şart koştu. Buna karşılık o da bu orduya rehber ve askerî refakat yardımı yaptı.

Aleksios birçok önemli şehri, adayı ve Anadolu'nun batısını geri almayı başardı. Buna karşın, Katolik/Latin haçlılar Aleksios'un Antakya Kuşatması'nda kendilerine verdiği sözü tutmadığına inanıyordu (aslında imparator Antakya'ya doğru yola koyulmuştu fakat Blois Kontu Stephen tarafından, seferin çoktan başarısız olduğu iddia edilerek geri dönmeye ikna edilmişti). Kendisini Antakya Prensi olarak ilan eden Boemondo, Bizanslılarla doğrudan savaşa girdi ama sonunda 1108'deki Devol Antlaşması'yla Aleksios'un vasalı olmayı kabul etti ve böylece bu imparator dönemindeki Norman tehlikesi sona erdi.

II. İoannis, I. Manuil ve İkinci Haçlı Seferi

Aleksios'un oğlu II. İoannis, 1118'de görevi devralarak 1143'e kadar hüküm sürdü. İoannis dindar ve kararlı bir imparatordu ve yarım asır önceki Malazgirt'ten aldığı darbeyi tersine çevirmek konusunda kararlıydı. Dinî yönüyle bilinen İoannis'in dönemi, gözle görülür biçimde ılıman ve adildi ve hatta gaddarlığın norm olduğu bir dönemde istisnai etik bir yönetici örneği gösterdi. Bu sebepten ötürü sıklıkla Bizans'ın Marcus Aurelius'u olarak adlandırıldı.

Yirmi beş yıllık hükümdarlığı boyunca İoannis, Batı'da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile ittifaklar kurarak Beroia Muharebesi'nde Peçenekler'i ağır bir yenilgiye uğrattı. 1120'lerde Macar ve Sırp tehlikelerini saf dışı bıraktı ve 1130'da Cermen imparatoru III. Lothar ile Norman kralı II. Rugerro'ya karşı itttifak kurdu.

Tahtta olduğu son dönemlerde Doğu'ya odaklandı ve kişisel olarak Anadolu'da Türkler üzerine seferler yönetti. Seferleri sonucu Doğu'da güç dengeleri uzun süreliğine değişti ve savunma durumuna geçen Türkler'den birçok şehir, kale, kasaba geri alındı. Melitene'deki Danişmentliler Devleti'ne son vererek Kilikya'yı geri aldı ve üzerine Antakya Prensi Antakyalı Raymond'u Bizans hükümdarlığını tanımaya zorladı. İoannis, Hristiyan dünyasındaki önderliğini kanıtlama çabasıyla Haçlı devletleriyle beraber birleşik ittifakla Kutsal Topraklar'a yürüdü. Seferin büyük coşkusuna karşın bazı Haçlıların ihaneti yüzünden imparatorluğun umutları suya düştü. 1142'de, Antakya'daki hak iddiası için bu şehre giden İoannis, 1143 baharında bir av kazası sonucu öldü. Raymond, hemen sonra Kilikya'yı ele geçirmeye cesaretlendiyse de, yenilerek imparatordan özür dilemek için Konstantinopolis'e gitmek zorunda kaldı.

Yanni'nin kendi seçtiği varisi dördüncü oğlu I. Manuil, doğuda ve batıda komşulara agresif seferler düzenledi. Manuil, Filistin'de Haçlı Kudüs Krallığı ile anlaşarak Fatımi egemenliği altındaki Mısır üzerine büyük bir donanma gönderdi. Manuil, Antakya Prensi Renaud de Châtillon ve Kudüs Kralı I. Amalrik ile anlaşarak, yani Antakya ile Kudüs'ü egemenlik altına alarak Haçlı devletleri arasında amir pozisyonunu güçlendirdi. 1155'te Güney İtalya limanlarını ele geçirmek için gönderdiği sefer, koalisyon içinde çıkan tartışmalar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Buna rağmen, Bizans güçleri 1167'de Sirmium Muharebesi'nin ardından Macaristan Krallığı'nın güney topraklarını başarılı bir şekilde ele geçirdi. 1168 itibarıyla neredeyse bütün Doğu Adriyatik kıyıları Manuil'in elindeydi. Manuil, Papa ve Batılı Hristiyan krallıklarla bazı anlaşmalar yaptı ve İkinci Haçlı Seferi sırasında orduların ülke topraklarından geçişi başarıyla kontrol altında tutuldu.

Bunlara rağmen Manuil, 1176'da Türklerle yaptığı Miryokefalon Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğradı. Ancak ülke kısa sürede toparlandı ve Manuil'in güçleri ertesi sene "seçilmiş Türkler"e karşı bir zafer elde etti. Bizans komutanı İoannis Vatacis'in Türk istilacı güçlerini yok ettiği Hyelion-Leimocheir Muharebesi'nde birliklerin sadece başkentten gelmiyor oluşu ve yol üzerindeki yerleşimlerden de asker toplamaları, Bizans ordusunun hâlen güçlü olduğunun ve Anadolu'da yürüttüğü savunmacı politikalarının hâlen başarılı olduğunun ipuçlarını verir.

12. yüzyıl Rönesansı

İoannis ve Manuil aktif askerî politikalar izledi ve her ikisi de kuşatmalar ile şehir savunmaları için büyük kaynaklar ayırdı; agresif tahkimat çalışmaları, her ikisinin de temel askerî planının kalbini oluşturuyordu. Miryokefalon'daki yenilgiye rağmen Aleksios, İoannis ve Manuil'in izlediği politikalar, büyük toprak kazanımları, Anadolu ve Avrupa'da sınır güvenliği gibi önemli getirilere yol açtı. Yaklaşık 1081 ila 1180 arasında Komninos ordusu imparatorluğunun güvenliğini sağlayınca, Bizans medeniyetinin zenginleşmesine yol açıldı.

Tüm bu gelişmeler, yüzyılın sonlarına kadar imparatorluğun Batı eyaletlerinde ekonomik bir canlanma yarattı. Bazı akademisyenlere göre, Komninos dönemi, 7. yüzyıldaki Pers saldırılarından beri Bizans'ın en zengin olduğu dönemdir. 12. yüzyıl süresince, nüfus arttı ve geniş topraklar tarıma açıldı. Arkeolojik buluntular, bu dönemde hem Avrupa'da hem de Anadolu'daki yerleşimlerin genişlediğine ve yeni yerleşimlerin sayısında hızlı bir artış olduğuna işaret eder. Ticari etkinliklerde de kayda değer ilerlemeler görüldü. Venedikliler, Cenevizliler ve diğerleri Ege limanlarını ticarete açtı; Haçlı devletlerinden ve Fatımi Mısır'dan Konstantinopolis'e mal girişleri oldu.

Sanatta, mozaik sanatının yeniden canlandığı, yerel mimarlık okullarının farklı kültürel kaynaklardan ilham alan özgün tarzlar geliştirdiği görülür. 12. yüzyıl boyunca Bizanslılar erken hümanizm modelini geliştirdiler; klasik dönem yazarlarına olan ilgide bir canlanma görüldü. Selanikli Efstathios'a bakıldığında, Bizans hümanizminin en karakteristik dışavurumu görülür. Felsefede 7. yüzyıldan beri görülmemiş bir şekilde klasik öğrenim yeniden dirildi ve klasik eserler üzerine yorumların bulunduğu eserler giderek artan miktarlarda yayımlanır oldu. Buna ek olarak, Yunan bilgi birikiminin Batı'ya ilk geçişi Komninos dönemi sırasında oldu.

Gerileme ve dağılma

Angelos Hanedanı

Manuil 24 Eylül 1180'de ölünce, 11 yaşındaki oğlu II. Aleksios tahta çıktı. Aleksios görevinde oldukça beceriksizdi fakat onun saltanatını asıl kötü üne kavuşturan şey annesi Antakyalı Maria ile onun Frank geçmişiydi. Sonunda I. Aleksios'un torunu olan I. Andronikos, kendinden daha genç olan bu hükümdara karşı ayaklandı ve onu şiddetli bir darbeyle tahttan indirdi. Yakışıklılığını ve ordudaki popülerliğini kullanarak, Ağustos 1182'de Konstantinopolis'e ilerledi ve Latinlerin katledilmesi için tahrikte bulundu. Potansiyel rakiplerini yok ettikten sonra, Eylül 1183'te kendini eş imparator ilan etti. Sonrasında II. Aleksios'tan kurtuldu ve onun 12 yaşındaki karısı Fransalı Agnes'i kendi karısı yaptı.

Andronikos yönetime iyi başladı ve idari reformları tarihçiler tarafından olumlu karşılandı. Georgiy Ostrogorskiy'e göre, Andronikos yolsuzluğun kökünü kazımak konusunda kararlıydı: Onun döneminde makamların satışı durdu; işe alımlar yandaşlıktan ziyade yeteneğe göre yapıldı; memurlara yeterli maaşlar verilerek rüşvete olan istek azaltıldı. Eyaletlerde, Andronikos'un reformları hızlı ve göze çarpan bir kalkınma yarattı. Aristokratlar ona karşı agresif bir tutum takındı ve imparator buna karşılık gittikçe şiddete dayalı bir tutum sergilemeye başladı. Sonuç olarak karşısına çıkanları idam ettiği ve onlara şiddet uyguladığı korku ülkesinde, imparatorluğu kendi için de istikrarsız bir hale soktu. Andronikos neredeyse bütün aristokrasinin kökünden kazınmasını savunuyordu. Bu tutumu neredeyse toplu katliamlara dönüştü ve kendi rejimini desteklemek için daha acımasız yasalara başvurdu.

Askerî arka planına rağmen Andronikos, İsaakios Komnenos'a, Hırvat topraklarını Macar topraklarına katan III. Béla'ya (h. 1172-1196) ve Bizans'tan bağımsızlığını ilan eden Sırp Stefan Nemanja'ya (h. 1166-1196) söz geçiremedi. Üstelik bu sorunlardan hiçbiri 1185'te Sicilya kralı II. Guglielmo'ın (h. 1166-1189) 300 gemi ve 80.000 kişilik orduyla Bizans'ın üstüne yürümesi kadar önemli değildi. Andronikos, başkenti korumak için 100 gemilik küçük bir donanmayla seferber oldu ve bunun dışında halka da kayıtsız kaldı. Sonuçta daha öncesinde bir suikast girişiminden sağ kalan II. İsaakios, halkın yardımıyla Andronikos'u tahtından etti ve onu idam ettirdi.

II. İsaakios ve özellikle erkek kardeşi III. Aleksios'un dönemleri, Bizans'ın idari ve savunma açısından merkezi işleyişinin çöküşünün görüldüğü yıllardır. Her ne kadar Normanlar Yunanistan'dan atılsa da, 1186'da Ulahlar ve Bulgarlar ayaklanarak İkinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurdu. Angeloslar'ın iç politikası devletin hazinesinin çarçur edilmesi ve finansal kötü yönetim etrafında şekillendi. İmparatorluk otoritesi ciddi biçimde zayıfladı ve ve imparatorluğun merkezindeki güç vakumu parçalanmayı destekler hale geldi. Önceki Komninos soyundan ileri gelen bazı kimselerin 1204'ten önce Trebizond'da yarı özerk bir devlet kurma girişimlerine dair kanıtlar bulunmaktadır. Tarihçi Aleksandr Vasilyev bu süreç üzerine şunları söyledi: "Rum asıllı Angelos Hanedanı, ... çoktan dışta zayıf içte parçalanmış haliyle imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı."

Dördüncü Haçlı Seferi

1198'de, Papa III. Innocentius, yeni bir Haçlı Seferi'ni elçiler ve genelgeler yoluyla yaydı. Bu yeni Haçlı Seferi'nin amacının amacı Mısır ve Müslümanların güç merkezinin bulunduğu Levant'ı ele geçirmek olarak belirtildi. 1202 yazında Venedik'e varan Haçlı ordusu, beklenenden küçüktü ve donanması Haçlı devletleri tarafından kiralanan Venediklilerin parasını ödeyecek kadar zengin değildi. Yaşlı ve kör olduğu halde hâlen azimli Doçe Enrico Dandolo yönetimindeki Venedik otoritesi Papa ile olası bir anlaşmazlığa sürüklendi, çünkü Venedik Mısır'a ticari açıdan oldukça yakındı. Bunun sonucunda, Haçlılar Dalmaçya'daki (Hristiyan) liman kenti Zara'yı (bu şehir önceden Venedik'in bir vasalıydı fakat 1186'da ayaklanıp Macaristan'a katılmıştı) yeniden fethetmekte Venedik'e yardım ederek ödeme yapmayı kabullendi. Kuşatmanın ardından Kasım 1202'de şehir düştü. Innocentius bir Hristiyan şehrine böylesi bir siyasi saldırının yapılmasını yasaklamaya çalıştıysa da dinlenmedi. Haçlı Seferi konusundaki planlarını riske atmaya isteksiz olan Papa, Haçlılara değilse bile Venediklilere özel şartlı af çıkardı.

Champagne Kontu III. Theobald ölünce Haçlı'nın liderliği, Hohenstaufen Hanedanı'ndan Svabyalı Filip'in arkadaşı olan I. Bonifacio del Monferrato'ya geçti. Hem Bonifacio hem Filip Bizans İmparatorluğu sarayından kimselerle evliydi. Hatta görevden alınıp kör edilmiş imparator II. İsaakios'un oğlu ve Filip'in kayınbiraderi IV. Aleksios, yardım istemek ve Haçlılar ile görüşmek adına Avrupa yollarına düşmüştü. Aleksios, Bizans kilisesini Roma'dakiyle birleştirmeyi, Haçlılar'a 200.000 gümüş marka vermeyi, Mısır yolunda onlara her türlü desteği sağlamayı teklif etti. Innocentius Haçlıların ikiye bölünüp bir kolunun Konstantinopolis'e gitmeyi planladığının farkındaydı ve bu şehre herhangi bir saldırıyı yasakladı, ancak donanmaya yazdığı mektup Zara'ya ulaştığında Haçlılar çoktan yola koyulmuştu.

Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması (1204)

Haçlılar Konstantinopolis'e 1203 yazında vardı ve hiç gecikmeden şehre saldırarak ve şehrin büyük kısmına zarar veren bir yangın çıkararak şehri doğrudan ele geçirdiler. III. Aleksios başkentten kaçtı ve Aleksios Angelos, "IV. Aleksios" adıyla kör babası İsaakios ile beraber tahta çıkarıldı. Ancak, IV. Aleksios ve II. İsaakios verdikleri sözleri tutamayınca V. Aleksios tarafından tahttan indirildiler. Haçlılar 13 Nisan 1204'te tekrar şehri kuşatarak yeniden ele geçirdiler ve şehir üç gün boyunca mevki ve unvanlara göre bir katliama ve yağmaya maruz kaldı. Birçok paha biçilemez ikon, eser ve diğer nesneler çoğu Venedik'e gitmek üzere Batı Avrupa'ya götürüldü. Khoniates'e göre bu süreçte patrik tahtına bir hayat kadını bile oturtulmuştu. III. Innocentius bu olanları duyunca Haçlıları derhal azarladı. Ancak durum kendi kontrolünün dışındaydı ve hatta Papa'nın kendi elçileri bizzat kendi kararlarıyla Haçlılar'ın Kutsal Topraklar'a devam etme görevini iptal etmişti. Yeni bir emir verildiğinde, haçlılar ve Venedikliler anlaşmalarını hayata geçirdi: Flaman Baodouin, yeni Latin İmparatorluğu'nun başına getirildi ve Venedikli Thomas Morosini Patrik olarak seçildi. Her ne kadar liderler Bizans'ın eski toprakları üzerinde kendi isteklerine göre bir paylaşım yapsalar da, Bizans topraklarının farklı yerlerinde İznik, Trabzon ve Epir başta olmak üzere direnişler görüldü. Venedik toprak fethetmekten ziyade ticaretle daha ilgili olsa da, Konstantinopolis'in en önemli noktalarını kendi kontrolü altına aldı ve Doc "Roma İmparatorluğu'nun Bir Buçuk Çeyreğinin Lordu" unvanını kazandı.

Çöküş

Sürgündeki imparatorluk

Latin haçlılar 1204'te Konstantinopolis'i yağmaladıktan sonra iki Bizans ardılı devlet ortaya çıktı: İznik İmparatorluğu ve Epir Despotluğu. Bir üçüncü devlet olan Trabzon İmparatorluğu, Aleksios tarafından yağmanın birkaç hafta öncesinde kurulmuştu. Bu üçü içerisinde sadece Epir ve İznik Konstantinopolis'i tekrar ele geçirme fırsatları elde etti. Ancak, İznik İmparatorluğu sonraki yıllarda var olmak için mücadele verdi ve 13. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Güney Anadolu'nun büyük bir kısmını kaybetmişti. 1242–43 Moğol istilalarının ardından Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamıştı ve ortaya çıkan irili ufaklı beylikler ile gazveler Bizans'ın Anadolu'daki gücünü iyice zayıflattı. İlerleyen dönemlerde bu beylerden birisi olan Osman Gazi beylik sınırlarını genişletecek ve beylik Konstantinopolis'i fethedecekti. Yine de Moğol istilaları Selçukluların istilalarını geçici bir süre bir nebze yatıştırdığından İznik, kuzeydeki Latinler ile savaşa odaklandı.

Konstantinopolis'in yeniden alınması

Laskaris Hanedanı tarafından kurulan İznik İmparatorluğu, 1261'de Konstantinopolis'i Latinler'den aldı ve Epir'i yendi. Bu durum Bizans'ın VIII. Mihail altında kısa süreli bir yeniden canlanışına neden olduysa da, savaş yorgunu imparatorluğun çevresindeki düşmanlarla savaşacak imkânı yoktu. Latinler üzerine yaptığı seferlerin devamlılığını sağlamak adına Mihail Anadolu'dan askerlerini çekerek köylülerden çok ağır vergiler toplamaya başladı ve bu durum halkta kızgınlık yarattı. Dördüncü Haçlı Seferi'ndeki hasarları gidermek adına Konstantinopolis'te devasa inşaat projeleri görüldü. Bunların hiçbiri Anadolu'da Türk akınları altında kalan çiftçilerin yararına değildi.

Anadolu'da sahip olduklarıyla yetinmek istemeyen Mihail, imparatorluğu genişletmeye çalıştıysa da sadece kısa dönemde başarılı oldu. Başkentin Latinler tarafından bir kere daha yağmalanmasının önüne geçmek adına Kilise'yi Roma'ya boyun eğmeye zorladı ki bu da geçici bir çözümdü zira köylüler Mihail'den ve Konstantinopolis'ten nefret ediyordu. II. Andronikos ve daha sonraları torunu III. Andronikos Bizans'ın görkemini yeniden canlandırmak için son hakiki girişimleri yaptı. Buna rağmen II. Andronikos'un paralı askerleri sıklıkla ters tepiyor, Katalan Bölüğü taşraya saldırıp halkın başkente olan öfkesini artırıyordu.

Osmanlı'nın yükselişi ve Konstantinopolis'in düşüşü

III. Andronikos öldükten sonra patlak veren iç savaşlar durumu daha da kötüye götürdü. Altı yıl süren bir iç savaş imparatorluğu mahvetti ve Sırp hükümdar Stefan Dušan (h. 1331-1346) fırsattan istifade ülkenin büyük bir kısmını istila ederek Sırp İmparatorluğu'nu kurdu. 1354'te Gelibolu'daki bir deprem kaleyi yıktı ve böylece Osmanlılar (iç savaş sırasında VI. İoannis Kantakuzinos tarafından paralı asker olarak tutulmuşlardı) Avrupa'daki ilk topraklarına kavuştu. İç savaş bittiğinde, Osmanlılar çoktan Sırpları yenerek onları vasal halinde yönetim altına almışlardı. Kosova Savaşı'nın ardından Balkanların büyük kısmı Osmanlıların egemenliğindeydi.

Bizans imparatorları Batı'dan yardım istedi, fakat Papa böyle bir yardımı sadece Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Makamı'nın birleştirilmesi karşılığında yapacağını söyledi. Birleşme düşünüldü ve zaman zaman imparatorluk hükmüyle başarıldı ancak Ortodoks vatandaşlar ve ruhban sınıfı Roma'ya ve Latin Kilisesi'ne büyük kızgınlık duyuyordu. Bazı Batı birlikleri Konstantinopolis'in Hristiyan varlığını desteklemek için geldiyse de, birçok Batı hükûmdarı kendi işleriyle meşguldü ve Osmanlı Bizans topraklarının geriye kalan kısmını ele geçirmeye devam etti.

Konstantinopolis bu sıralarda terk edilmiş ve yıkık dökük bir durumdaydı. Nüfus düşüşü o kadar büyüktü ki, artık birbirinden tarlalarla ayrılmış köy kümelerinden fazlası değildi. 2 Nisan 1453'te, Fatih Sultan Mehmed'in 80.000 kişilik ordusu ve çok sayıda düzensiz birlikleriyle şehri kuşattı. Sayıca oldukça az sayıdaki Hristiyan kuvvetleri (yaklaşık 7000 erkek, 2000'i yabancıydı) umutsuzca kenti son bir şans savunmaya çalışsa da, iki aylık kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis düştü. Şehrin surları düşünce Bizans imparatoru XI. Konstantinos, son olarak imparatorluk kılığını fırlatıp göğüs göğüse savaşmak için sokaklara inerken görüldü.

Siyasî sonuçlar

Konstantinopolis düştüğünde Bizans'ın elinde kalan tek toprak, son imparatorun kardeşleri Thomas Paleologos ve Dimitrios Paleologos tarafından yönetilen Mora Despotluğu idi. Despotluk, bağımsız olarak Osmanlılara yıllık haraç ödemek şartıyla varlığını sürdürdü. Beceriksiz yönetim, haracı ödeyememe, Osmanlılara karşı ayaklanmalar gibi sebeplerden ötürü Mora da Mayıs 1460'ta II. Mehmed'in ordusuna yenik düştü. Demetrios, Osmanlılardan Mora'yı işgal edip Thomas'ı çıkarmalarını rica etmişti ancak Thomas kaçtı. Osmanlılar Mora boyunca yürüdüler ve görünüşte bütün Despotluk'u yaz sonu itibarıyla ele geçirdiler. Demetrios, Mora'nın yönetiminin kendine kalacağını düşündü ancak yarımada tamamen Osmanlılar'a kaldı.

Birkaç anlaşmazlık daha bir süre devam etti. Monemvasia adası teslim olmayı reddetti ve ilk dönemlerde kısa süre Aragonlu bir korsan tarafından yönetildi. Ada sakinleri bu korsanı kovunca Thomas'ın rızasını alarak 1460 yılı bitmeden Papa'nın koruması altına alınmayı kabul ettiler. Mora'nın güney ucundaki Mani Yarımadası yerel kabilelerin zayıf bir koalisyonu altında direnmeye devam etti ve bir süre sonra Venedikliler tarafından ilhak edildi. Direnişlerin sonuncusu Mora'nın kuzeybatısındaki Salmeniko'da yaşandı. Greças Paleologos buradaki Salmeniko Kalesi'nde askerî komutanlık yaptı. Kasaba bir süre sonra teslim olsa da, Graitzas, garnizonu ve bazı kasabalılarla beraber Temmuz 1461'e kadar kalede yaşadı ve bu tarihten sonra Venedik topraklarına göçtü.

Konstantinopolis'in 1204'te Latinler tarafından ele geçirilmesinden hemen önce bağımsızlığını ilan eden Trabzon İmparatorluğu, Bizans'tan arta kalan son fiili devlet oldu. İmparator David'in Batı'dan Osmanlı'ya karşı yardım istemesi iki devlet arasında 1461 yazında bir savaşa neden oldu. Bir aylık kuşatmadan sonra 14 Ağustos 1461'de David teslim oldu ve Trabzon Osmanlı'ya geçti. Trabzon İmparatorluğu'nun Kırım eyaleti olan Theodoro Prensliği (Perateia'nın bir parçasıydı) olaydan sonra 14 yıl daha varlığını sürdürdü ve 1475'te Osmanlı'nın eline geçti.

Son imparator XI. Konstantinos'un yeğeni Andreas Paleologos, Bizans İmparatoru olarak hak iddia etti. 1460'taki yenilgisine kadar Mora'da yaşamaya devam etti ve sonrasında Roma'ya kaçarak Papalık Devleti koruması altında yaşadı. Bizans imparatorluk makamı teknik olarak hiçbir zaman babadan oğula geçmediği için Andreas'ın hak iddiası Bizans yasaları altında dayanaksız da olsa doğru olabilirdi. Ancak, imparatorluk yok olmuştu ve Batılı devletler Roma Kilisesi tarafından tasdik edilmiş babadan oğula geçen iktidar sistemini kullanıyordu. Batıda yeni bir yaşam arayan Andreas, kendine Imperator Constantinopolitanus ("Konstantinopolis İmparatoru") unvanını taktı ve kendinin ardılı olma haklarını VIII. Charles ile beraber Katolik Krallara sattı. Ancak, kimsenin Andreas'ın ölümünden sonra bu unvanla ilgili bir teşebbüsü olmadı.

XI. Konstantinos herhangi bir varisi olmadan öldü; eğer Konstantinopolis düşmeseydi tahta kendinden sonra muhtemelen ölmüş ağabeyinin oğulları çıkacaktı fakat şehir düşünce bu yeğenleri II. Mehmed tarafından saray hizmetine alındı. Büyük yeğen Has Murad adını aldı ve Sultan Mehmed'in favorisi olarak Balkan Beylerbeyi olarak görev yaptı. Küçük yeğen Mesih Paşa unvanını alarak, Osmanlı donanmasına amiral ve Gelibolu Sancağı'na Sancak Beyi oldu. Sonraki dönemde, Mehmed'in oğlu II. Bayezid'in yanında iki kez sadrazamlık yaptı.

II. Mehmed ve ardılları 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu parçalanana kadar kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak gördüler. Onlara göre Osmanlılar tıpkı Konstantinos'un yaptığı gibi sadece ülkenin dinî temellerini değiştirmişti. Osmanlılar, ele geçirdiği topraklarda yaşayan Doğu Romalılara (Ortodoks Hristiyanlar) Rûm demeye devam etti. Bu sırada Tuna Prenslikleri de (bu ülkelerin yöneticileri de kendilerini Doğu Roma İmparatorları'nın varisi olarak görüyordu) Bizans asilleri de dahil Ortodoks mültecilere ev sahipliği yapıyordu.

İmparator öldükten sonra Moskova Grandükü III. İvan, Doğu Ortodoksları'nın patronu olarak hak iddia etti. Andreas'ın kız kardeşi Sofya Palaiologina ile evliydi ve torunları Korkunç İvan Rusya'nın ilk çarı oldu (tsar veya czar, caesar, yani "sezar" anlamına gelir ve Slavlar geleneksel olarak Bizans imparatorlarını bu şekilde adlandırır). Onların ardılları da Moskova'nın Roma ve Konstantinopolis'in varisi olmak için uygun bir şehir olduğu fikrini destekledi. Rus İmparatorluğu'nun bu Üçüncü Roma fikri, Rus Devrimi'ne kadar var olmayı sürdürdü.

Ekonomi

Bizans ekonomisi, yüzyıllar boyunca Avrupa ve Akdeniz'in en ileri ekonomilerindendi. Özellikle Avrupa, Orta Çağ sonlarına kadar Bizans'ın ekonomik gücüne erişemedi. Konstantinopolis, zaman zaman neredeyse bütün Avrasya ve Kuzey Afrika ticaret ağının ana merkeziydi ve özellikle İpek Yolu'nun batıdaki ucuna tekabül ediyordu. 6. yüzyılın ilk yarısına kadar, gerileyen Batı'ya tezat oluştururcasına Bizans ekonomisi büyüme ve istikrar içerisindeydi.

Justinianus Veba Salgını ve Arap istilaları ile beraber ekonomideki durumlar kötüleşti ve bir duraklama, hatta gerileme içine girildi. İsaurya reformları ve özellikle V. Konstantinos'un repopülasyonu, bayındırlık girişimleri ve vergi ölçülendirmeleri, sınır genişliğinden bağımsız olarak 1204'e kadar sürecek bir ekonomik canlanmayı işaret etti. 10. yüzyıldan 12. yüzyılın sonuna kadar Bizans, "lüks" imajına sahipti ve ülkeyi ziyaret edenler, başkentteki zenginlik karşısında etkilenmekteydi.

Dördüncü Haçlı Seferi, Bizans'ın üretimde gerilemesine ve Doğu Akdeniz'deki Batı Avrupalıların ticari üstünlüğüne yol açtı. Bu durum, Bizans için ekonomik bir felaket anlamına geliyordu. Paleologoslar, ekonomiyi yukarı çekmeye çalışsa da Bizans bir daha hiçbir zaman dış veya iç ekonomik güçleri üzerinde tam bir kontrol elde edemedi. Aşama aşama, ticari usuller ve ücret mekanizmaları üzerindeki etkisini yitirdi ve değerli madenlerin ülke dışına, bazı akademisyenlere göre bazen basılan paradan daha çok, çıkışındaki kontrolünü kaybetti.

Bizans'ın ekonomisinin temelinde denizci yapılanmadan beslenen ticaret vardı. Tekstil ürünleri çok büyük ihtimalle en çok ihraç edilen mallardı; ipek kesinlikle Mısır'a gönderildiği gibi, Bulgaristan ve Batı'ya da satılıyordu. Devlet, iç ve dış ticareti sıkı bir kontrol altında tuttu ve para bastırma tekelini hiç kaybetmedi. Böylece, sağlam ve esnek para sistemini sürdürürek ticaret ihtiyaçlarına uyum sağladı.

Hükûmet, özel çıkarlarının olduğu loncalar ve kuruluşlar için parametreler belirleyerek faiz oranları üzerinde resmî bir kontrol sağlamaya çalıştı. İmparator ve memurları kriz zamanlarında, başkentin ön tedarik hazırlığını garanti altına almak ve tahıl fiyatlarını aşağıda tutmak için müdahale etti. Son olarak hükûmet, sıklıkla ihtiyaç fazlasının bir kısmını vergilendirme yoluyla topladı ve devlet memurlarına maaş dağıtımı veya bayındırlık yatırımları yoluyla tekrar dolaşıma soktu.

Bilim, tıp ve hukuk

Klasik antik dönem yazıları Bizans'ta her daim işlendi. Bu nedenle, Bizans bilimi her dönemde antik felsefe ve metafizik ile doğrudan bağlantılı oldu. Mühendislik alanında, Aya Sofya'nın mimarı olan Yunan matematikçi Miletli İsidoros, 530 yılı civarında Arşimet'in çalışmalarını ilk defa derleyerek bir geleneğin işaretlerini verdi. Matematikçi Leo tarafından "Bizans Rönesansı" sırasında (c. 850) kurulan matematik ve mühendislik okulu aracılığıyla da canlı tutulan bu gelenek sayesinde birçok antik kaynak günümüze ulaşabildi (bkz: Arşimet Palimpsesti). Gerçekten de, geometri ve uygulamaları (mimarlık ve savaş aletleri mühendisliği) Bizanslılar'ın bir uzmanlık alanı olarak kaldı.

Arap istilalarının getirdiği karanlık dönemlerde bilimsel çalışmalar duraklasa da, ilk milenyumun bitişi öncesi Bizans Rönesansı olarak da bilinen süreçte, Bizanslı bilim adamları, Arap ve Perslerin bilimsel ilerleyişinde özellikle astronomi ve matematik alanında ağırlıklarını ortaya koydu. Bizanslılar ayrıca özellikle mimarlıkta (örn. pandantifli kubbe) ve savaş teknolojisinde (örn. Rum ateşi) bazı teknolojik gelişmelerin de mucididir.

Bizanslılar tarafından yapılan karmaşık dişlilerden oluşan mekanik bir güneş saati cihazının ortaya çıkarılması, astronomide kullanılan ve MÖ 2. yüzyılın sonlarında icat edilen bir tür analog cihaz olan Antikythera düzeneğinin Bizans döneminde kullanıldığını göstermektedir.

Her ne kadar Bizanslılar bilimin uygulanması konusunda fevkalade başarılar (özellikle Aya Sofya'nın inşası sırasında) elde etse de ve antik dönemin bilim ve geometri bilgisini korusalar da, Bizanslılar 6. yüzyıldan sonra yeni teoriler üretmek veya klasik yazarların üzerine eklemek gibi yollara başvurmadılar ve bilime pek az özgün katkıda bulundular.

İmparatorluğun son yüzyılındaki Bizanslı dilbilgisi uzmanları, bizzat kişisel ve yazınsal olarak Antik Yunan dilbilgisi ve edebi çalışmalarını erken İtalyan Rönesansı'na götüren bir numaralı kişilerdir. Bu süreçte, astronomi ve diğer matematik bilimleri Trabzon'da öğretilmekteydi ve tıp bilimi hemen hemen bütün bilim adamlarının ortak ilgi alanına giriyordu.

Hukuk alanında I. Justinianus'un reformlarının, içtihat biliminin evrimine net bir etkisi olduğu açıktır. Yine III. Leo'nun Ekloga'sı Slav dünyasında yasal kuruluşların örgütlenmesini etkilemiştir. 10. yüzyılda VI. Leon bütün Bizans yasalarını Yunanca olarak kanunlaştırmayı başardı ve sonraki bütün Bizans hukukunun temelini oluşturarak günümüze kadar devam eden bir ilgi alanı yarattı.

Din

Bizans İmparatorluğu bir teokrasiydi ve Tanrı'nın ülkeyi imparator aracılığıyla yönettiğine inanılıyordu. Jennifer Fretland VanVoorst bu konuda şunları söyledi: "Bizans İmparatorluğu, Hristiyanlık değerleri ve fikirlerinin ülkedeki siyasî fikirlere zemin oluşturduğu ve ülkenin siyasî hedefleriyle iç içe geçtiği bir teokrasidir." Bizans Teokrasisi (2004) adlı kitabında Steven Runciman şunları söyler:

Bizans İmparatorluğu'nun anayasası, ülkenin Cennet Krallığı'nın dünyevi bir kopyası olduğuna olan inanç üzerinden temellenir. Nasıl ki Tanrı Cennet'te yönetici konumdaysa, onun görüntüsünden yaratılan imparator da dünya üzerinde yönetmeli ve onun emirlerine uymalıdır ... Kendini evrensel bir imparatorluk olarak görüyordu. İdeal olarak, her biri ideal dünyada tek ve gerçek Hristiyan Kilisesi'ne, yani Ortodoks Kilisesi'ne bağlı insanlarla dolu dünyanın bütün insanlarını kucaklamalıydı. Zira insan Tanrı'nın görüntüsüydü ve dolayısıyla insanın dünyadaki krallığı da Cennet Krallığı'nın bir görüntü olmak durumundaydı. İmparatorluğun Doğu'da hayatta kalışı, imparatorun Kilise işleri üzerinde aktif rol almasını garantiledi. Bizans devleti, pagan dönemlerden, dinî işlerin idari ve finansal rutinlerini miras almıştı ve bu rutinler olduğu gibi Hristiyan Kilisesi'ne uygulandı. Eusebius tarafından ortaya konulan modelin ardından, Bizanslılar imparatoru paganlar arasında Hristiyanlık dinini yaymakla ve dinin dış yönlerini (özellikle idare ve finans gibi) yönetmekle yükümlü olan bir İsa temsilcisi/habercisi olarak kabul etti. Cyril Mango'nun da değindiği üzere Bizans siyasî düşüncesi, "Tek Tanrı, tek imparatorluk, tek din" mottosuyla özetlenebilir.

Diyanet işlerinde imparatorluğun rolü hiçbir zaman sabit, yasal olarak tanımlanmış bir erke dönüşmedi. Roma'nın gerileyişiyle ve diğer Doğu Patrikhaneleri'ndeki anlaşmazlık yüzünden Konstantinopolis, 6 ila 11. yüzyıllar arasında Hıristyanlık alemindeki en zengin ve etkili merkez olarak kaldı. İmparatorluk kendinin bir gölgesi olacak kadar küçüldüğü zamanlarda bile, kilise ülkenin içinde ve dışındaki önemli etkisini sürdürdü. Georgiy Ostrogorskiy bu konuda şunları demiştir:

Konstantinopolis Patrikhanesi, Bizans'a ait Anadolu ve Balkanlar'da, ek olarak ülke dışındaki Kafkaslar'da, Rusya'da ve Litvanya'da kendi astı olan metropolitan makamları ve başpiskoposlukları sayesinde Ortodoks dünyasının merkezi olarak kaldı. Kilise, Bizans İmparatorluğu'ndaki en sabit bileşen olarak varlığını sürdürdü.

Devletin resmî Hristiyanlık doktrini İlk yedi ekümenik konsil sayesinde belirlenirdi ve bundan sonra bunu halka empoze etme görevi imparatora verilirdi. Daha sonraları Codex Justinianus ile birleştirilen 388 çıkışlı bir imparatorluk kararnamesi, ülke halkının "Katolik Hristiyan adını üstlenmesi" ve yasalara uymayan, "kafir inanışlar"ı takip eden insanların "deli ve aptal insanlar" olarak kabul edilmesini öne sürer.

İmparatorluk emirlerine ve daha sonraları Doğu Ortodoks Kilisesi/Doğu Hristiyanlığı olarak bilinen devlet kilisesinin zorlayıcı duruşuna rağmen, kilise Bizans'taki bütün Hristiyanlar'ı temsil eden bir duruşa erişemedi. Mango'ya göre, imparatorluğun erken dönemlerinde "deli ve aptal insanlar" ile kilise tarafından "kafir" olarak gösterilenler nüfusun çoğunluğuydu. Bunun yanında 6. yüzyılın sonuna kadar var olan paganlar ve Yahudiler'e ek olarak halk -hatta imparatorlar- arasında Nasturyanizm, Monofizitizm, Aryanizm, and Paulusçlular gibi Ortodoks Kilisesi'nin duruşuna karşı belli duruşlarıyla bilinen farklı Hristiyan doktrinlerini takip edenler oldu.

III. Leo imparatorluk çapındaki ikonların yıkımını emrettiği zaman, Hristiyanlar arasında bir diğer ayrışma da başlamış oldu. Bu durum, büyük bir dinî krize yol açtı ve ancak 9. yüzyılda ikonlar restore edildiğinde yatıştı. Aynı süreç içerisinde genel olarak Slav kökenli halklar arasında paganizm yayıldı. Bu topluluklar Hrıstiyanlaştırıldığında, özellikle imparatorluğun sonlarına doğru, Doğu Ortodoks Kilisesi Hristiyanlar'ın çoğunu ve genel olarak imparatorluğun içinde kalan halkların çoğunu temsil ediyordu.

Yahudiler, Bizans varlığı boyunca önemli bir azınlık olarak kaldılar ve Roma yasasına göre yasal olarak tanınan dinî grup statüsü altında kaldılar. Bizans'ın erken döneminde genellikle hoş görüldülerse de, sonraları zaman zaman gerilimli ve zulüm dolu zamanlar yaşandı. Her halükarda, Arap istilaları sonrasında çoğu Yahudi topluluk kendini imparatorluk dışında buldu ve Bizans içinde kalan Yahudiler özellikle 10. yüzyıl sonrası itibarıyla göreceli bir barış ortamında yaşadılar.

Gürcü manastırları ilk defa 9. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla Konstantinopolis ve kuzeybatı Anadolu'daki Olimpos Dağı'nda görüldü. Bu süreçten sonra Gürcüler imparatorluk içerisinde gittikçe daha önemli roller almaya başladı.

Sanat ve edebiyat

Bugüne kalmış Bizans sanatı, genel olarak din temalıdır ve birkaç dönemsel istisna dışında fazlaca gelenekselleştirilmiştir. Fresk boyamaları, ahşap paneller üzerine tezhip ve özellikle erken dönemlerde mozaik ana sanat eserleridir. Bunun yanında küçük parçalardan ibaret oyulmuş fildişi heykelcikler dışında figüratif heykel sanatı oldukça nadirdir. El yazması boyamacılığı sayesinde büyük ölçekte pek gözlenmeyen eski klasik gerçekçi sanat geleneği, sonraki çağlara korunarak ulaşmış oldu. Bizans sanatı oldukça prestjiliydi ve Batı Avrupa'da aranan bir sanattı. Burada neredeyse çağın sonuna kadar Orta Çağ sanatını etkilemeyi sürdürdü. Özellikle İtalya'da, Bizans tarzları 12. yüzyıla kadar modifiye edilmiş biçimleriyle kalmaya devam etti ve sonraki İtalyan Rönesansı sanatına formel ilham kaynağı oluşturdu. Buna karşılık, dışarıdan gelen çok az sanat akımı Bizans stili üzerinde bir etki bırakabildi. Doğu Ortodoks Kilisesi'nin genişlemesiyle beraber, Bizans biçimleri ve tarzları Ortodoks dünyasına ve hatta daha da ötesine yayılmayı başardı. Özellikle dinî binalardaki Bizans mimarisi etkisi, Mısır ve Arabistan'dan Rusya ve Romanya gibi farklı coğrafyalara kadar görülmektedir.

Bizans edebiyatında dört farklı kültürel bileşen gözlemlenir: Yunan, Hristiyan, Roma ve Oryantal. Bizans edebiyatı sıklıkla beş grupta kategorilendirilir. Bunlardan üçünü tarihçiler ve analistler, ansiklopedi yazarları (Patrik Fotios, Mihail Psellos ve Mihail Honiatis Bizans'ın en büyük ansiklopedi yazarları olarak gösterilir) ve denemeciler ile din-dışı şairler doldururken geriye kalan iki grupta yeni edebi tarzlar yer alır: dinî-teolojik edebiyat ve popüler şiir. Buna ek olarak Bizans'ın tek epik destanı Digenis Akritis'tir.

Günümüze ulaşan iki ila üç bin ciltlik Bizans edebiyatı mirasından sadece üç yüz otuzu din-dışı şiir, tarih, bilim ve sahte-bilim üzerinedir. Her ne kadar din-dışı edebiyat 9 ila 12. yüzyıllar arasında gelişme gösterse de, Besteci Romanos'un en belirgin temsilcilerinden olduğu dinî edebiyat (vaazler, litürji kitapları ve şiiri, teoloji, ibadet tezleri vb.) çok daha önce şekillenmişti.

Müzik

Yunanca metinler üzerine seremoni, festival veya kilise müziği amacıyla bestelenen dinî Bizans müzik formları en bilinen formlardır. Kilise ilahileri, müziğin en temel parçasını oluşturmaktaydı. Yunan ve yabancı tarihçiler, genel olarak Bizans müziğinin Antik Yunan ton sistemiyle yakından alakalı olduğu üzerinde hemfikirdir. Bizans müziği, bilinen müziğin en eski türü olmayı sürdürmektedir. Öyle ki performans usulleri, (5. yüzyıldan sonra yükselen doğruluk oranıyla) besteci isimleri ve hatta bazen müzik eseri hakkındaki açıklamalar bilinmektedir.

9. yüzyılda yaşayan Pers coğrafyacı İbn Hurdâzbih, müzik enstrümanlarının sözlüksel irdelemesinde, lire (lūrā) ek olarak urghun (org), shilyani (muhtemelen arp veya lirin bir başka formu) ve salandj (muhtemelen bir tür tulum) gibi aletleri Bizans'a ait tipik enstrümanlar olarak gösterir. Bunlardan ilki olan yaylı Bizans liri, daha sonraları lira da braccio adıyla Venedik'te göründü ve birçok kişi tarafından yine aynı şehirde gelişip farklılaşan kemanın atası olarak gösterilmektedir. Yaylı "lira", hâlen eskiden Bizans'a dahil olan topraklarda çalınmaktadır: Yunanistan'da Politiki lyra (Türkçe: "Şehir lirası" yani Konstantinopolis), Güney İtalya'da Calabria lirası ve Dalmaçya'da Lijerica olarak bilinmektedir. İkinci müzik aleti olan org, Helenistik dönemden kalmadır (bkz: Hydraulis) ve yarışlar sırasında Hipodrom'da çalınmıştır. "Büyük kurşun borular"ı olan bir org, imparator V. Konstantinos tarafından 757 yılında Frank kralı Kısa Pepin'e gönderildi. Pepin'in oğlu Şarlman da 812 yılında Aachen'deki şapeli için benzer bir org talep ederek Batı kilise müziğinin ilk tohumlarını atmış oldu. Sonuncu müzik aleti olan tulum dankiyo (Antik Yunanca'dan: angion (Τὸ ἀγγεῖον) "konteyner"), Roma döneminde dahi çalınmaktaydı. Dio Chrysostom'un 1. yüzyılda yazdığı yazılarında, dönemininde bir hükümdarın (muhtemelen Neron), kavalı (Yunan kamış kavalına benzeyen tibia) hem ağzıyla hem de koltukaltına yerleştirdiği bir kese yardımıyla çalabildiği geçmektedir. Tulum, imparatorluk zamanlarından günümüze aynı topraklarda çalınmaya devam etti. (Bkz: Balkanlar'da gayda, Yunanistan'da tsampuna, Pontus'ta tulum, Girit'te askomandura, Ermenistan'da parkapzuk ve Romanya'da cimpoi.)

Mutfak

Bizans kültürü, ilk dönemlerinde Greko-Romen'in son dönemleriyle aynıydı, ancak imparatorluğun var olduğu sonraki bin yıl boyunca yavaş yavaş günümüz Balkanlar ve Anadolusu'nun kültürüne benzer bir yola evrildi. Mutfak, Greko-Romen balık sosu çeşnisi garosa dayansa da, günümüz mutfağından aşina olunan tütsülenmiş et pastırma (Bizans Yunancasında "paston"), baklava (ya da o zamanki adıyla koptoplakus κοπτοπλακοῦς), tiropita (o zamanki adıyla plakuntas tetiromenus veya tiritas plakuntas), ve ünlü Orta Çağ tatlı şarapları (Komandarya ve bir halka ismini de veren Rumney şarabı) gibi birçok bileşene de sahipti. Çam reçinesi aromalı retsina şarabı da sıklıkla içilmekteydi ve günümüzde Yunanistan'da hâlen üretimi devam etmektedir. Cermen Kutsal Roma İmparatoru I. Otto tarafından 968'de Konstantinopolis'e büyükelçi olarak gönderilen Liutprando di Cremona, bu şarap için, günümüzde de şaraba aşina olmayan içicilerin tepkisine benzer biçimde, şunları söylemiştir: "Faciamız Yunan şarabına ekleme yapacak olursak, karasakız, reçine ve yakı gibi bizim içemediğimiz şeylerle karıştırılıyordu". Balık sosu çeşnisi garos da aynı şekilde aşina olmayan insanlar tarafından pek hoş karşılanmıyordu; Liutprando di Cremona, kendine "fazlasıyla kötü balık likörü"yle kaplanmış yemekler sunulduğunu belirtir. Bizanslılar bunun yanında çeşni olarak, mayalanmış arpadan üretilen murri adında soya sosuna benzer bir çeşni kullanıyorlardı ve bu sayade soya sosunda olduğu gibi yemeklerine umami tadı katıyorlardı.

Eğlence

Bizanslılar tavli (Bizans Yunancası: τάβλη) oyununu severek oynarlardı. Oyun, günümüzde Türkiye (tavla) ve Yunanistan (tavli) ve diğer birçok Bizans ardılı ülkede hâlen oynanmaktadır. Bizans asilleri, başta günümüzde polo olarak bilinen tzykanion olmak üzere, atçılığa meraklıydı. Oyun, erken dönemlerde Sasani İranı'ndan gelmişti ve II. Theodosius (h. 408-450) tarafından bir Tzykanisterion (oyun için özel stadyum) Büyük Konstantinopolis Sarayı'nın içine inşa edilmişti. İmparator I. Basileios (h. 867-886) bu sporda epey ustaydı; İmparator Aleksandros (h. 912-913) oyunu oynarken çok yorulduğu için öldü, İmparator I. Aleksios (h. 1081-1118) oyunu Tatikios ile oynarken yaralandı, I.İoannis (h. 1235-1238) ise oyun sırasında aldığı ölümcül bir yara yüzünden öldü. Konstantinopolis ve Trabzon dışında, Sparta, Efes ve Atina gibi şehirlerde de tzykanisteria'ya rastlanması, gelişen kentsel aristokrasi hakkında bir ipucu verir. Oyun, özellikle oyuna karşı bir ilgi geliştiren Batı yanlısı imparator I. Manuil zamanında haçlı seferleri yoluyla Batı'ya ulaştı.

Yönetim ve bürokrasi

Bizans devletinde imparator tek ve mutlak yöneticiydi ve gücünü ilahi kaynaklardan aldığı kabul ediliyordu. Senato gerçek bir politik ve yasa koyucu otoriteye sahip değildi fakat itibari unvanları olan onursal bir konsil şeklinde varlığını sürdürdü. 8. yüzyıl sonunda, başkentteki gücün saraya dönük birleştirilmesine odaklı bir kamu idaresi oluşturuldu (sakellarios makamının önem kazanması bu değişiklikle ilgilidir). En önemli idari reform, muhtemelen 7. yüzyıl ortalarında başlayan, thema sisteminin gelişiydi ve bu sistemde her bir bölümlenmenin askerî ve kamusal yönetimini strategos adı verilen kimseler üstleniyordu.

"Bizans" ve "Bizantinizm" terimlerinin alçaltıcı terimler olarak kullanılışına rağmen, Bizans bürokrasisi imparatorluğun kendi durumuna göre kendini şekillendirebilen özel bir yeteneğe sahipti. Unvana ve kıdeme dayalı özenli sistem, saraya prestij ve etki bahşetti. Memurlar, imparatorun etrafında sıkı bir düzenle düzenlenmişti ve mevkileri için imparatorluk iradesine sıkıca bağlıydı. Bunun yanında gerçek idari meslekler de vardı ancak otorite memurlardan ziyade bireylere de devredilebiliyordu.

8 ve 9. yüzyılda kamu hizmeti, aristoktratik statüye en engelsiz yolu oluşturmuştu ancak 9. yüzyıldan sonra kamu aristokrasisi soyluluk aristokrasisi ile rekabete girdi. Bazı Bizans hükûmet çalışmalarına göre, 11. yüzyıl siyaseti baskın olarak kamu ve askerî aristokrasi arasındaki rekabet üzerinden şekilleniyordu. Bu süreçte, I. Aleksios bazı önemli idari reformlar yaparak yeni saray makamları ile memurlarını tanıttı.

Diplomasi

Roma düştükten sonra imparatorluk için en büyük zorluklardan birisi kendi içinde ve kendi komşularıyla bir ilişki düzeni kurabilmekti. Bu milletler resmî politik kuruluşlar oluşturmaya giriştiklerinde, düzenlerini sıklıkla Konstantinopolis üzerinden kalıpladılar. Bizans diplomasisi kısa süre içinde komşularını uluslararası ve devletler-arası ilişkiler ağına çekmeyi başardı. Bu ağ, antlaşma yapımı etrafında şekillendi ve yeni hükümdarları krallar ailesine kabul etmeyi; Bizans toplumsal tutumlarını, değerlerini ve kuruluşlarını özümseyişi içeriyordu. Klasik yazarların savaş ve barış arasındaki etik ve yasal ayrımları verme eğilimlerine karşılık, Bizanslılar, diplomasiyi savaşın başka bir yolu olarak gördü. Örneğin, bir Bulgar tehdidi, Kiev Rusları'na para vererek bastırılabiliyordu.

Diplomasi, o dönemde saf politik işlevinin üstünde, istihbarat toplama işlevine ağırlık veriyordu. Konstantinopolis'te bulunan Barbarlar Bürosu, protokol ve "barbarlar" ile ilgili kayıtları toplama işleriyle ilgileniyordu ve belki de bu şekilde kendi başına basit bir istihbarat işlevi üstleniyordu. John B. Bury'ye göre, bu ofis Konstantinopolis'i ziyaret eden tüm yabancıları denetleme görevini yüklenmişti ve Logothetis tu dromu gözetimi altındaydı. Görünürde bir protokol ofisi olsa da – yani asıl görevi yabancı elçilerle yeterince ilgilenildiğini teminat altına almak, bakımları için yeterli devlet fonu bulunup bulunmadığını kontrol etmek ve resmî çevirmenleri bulundurmak – muhtemelen kendi çapında bir güvenlik vasfı da taşıyordu.

Bizanslılar birtakım diplomatik uygulamalarla kendilerine yarar sağladı. Örneğin, başkentteki büyükelçilikler yıllarca var olmaya devam ederdi. Diğer kraliyet müesseselerinden bir üyenin de rutin olarak Konstantinopolis'te kalması beklenirdi. Böylece sadece potansiyel bir rehine değil, siyaset ilişkileri üzerine bir piyon da kazanılmış oluyordu. Diğer bir önemli uygulama, ziyaretçileri şatafatlı teşhirlerle etkilemekti. Dimitri Obolenski'ye göre, Avrupa'da antik medeniyetin korunmasının nedeni, Bizans diplomasisinin yeteneği ve kaynaklılığıydı ki bu, Bizans'ın Avrupa tarihine çok uzun süren katkılarından birisi oldu.

Bayrak ve işaretler

Bizans İmparatorluğu, tarihinin çoğunda, Batı Avrupa'da bilinen şekliyle armacılığı bilmiyor ve kullanmıyordu. Haç veya labarum gibi motifler içeren çeşitli amblemler (Yunanca: σημεία, sēmeia; tekil σημείον, sēmeion) resmî durumlarda ve askerî amaçlarla, sancak veya zırhlar üzerinde kullanılırdı. Haç kullanımı, İsa, Meryem ve çeşitli azizlerin resimleri, memurların mühürlerinde kendine yer buldu fakat bunlar aile amblemlerinden ziyade kişiseldi.

  • Çift başlı kartal
  • Tetragramlı haç

Kadınlar

Bizans İmparatorluğu'ndaki kadınların konumu, esas olarak, bazı hak ve geleneklerin kaybedilmesi ve değiştirilmesiyle, diğerlerinin kalmasına izin verilmesiyle, Hristiyanlığın gelişiyle dönüşen eski Roma'daki kadınların konumunu temsil eder. Eğitim başarılarıyla ünlü Bizans kadınları vardı. Bununla birlikte, kadınların eğitimiyle ilgili genel görüş, bir kızın ev işlerini öğrenmesinin ve Hristiyan azizlerin hayatlarını incelemesinin ve mezmurları ezberlemesinin ve İncil yazılarını çalışabilmesi için okumayı öğrenmesinin yeterli olduğuydu. Kadınlarda okuryazarlık, kötülüğe teşvik edebileceğine inanıldığı için bazen caydırılıyordu.

Roma'nın boşanma hakkı, Hristiyanlığın gelişinden sonra kademeli olarak silindi ve yerini yasal ayırma ve feshetme aldı. Evlilik, bir kadın için ideal durum olarak görülüyordu ve yalnızca manastır yaşamı meşru bir alternatif olarak görülüyordu. Evlilikte cinsel aktivite sadece bir üreme aracı olarak görülüyordu. Kadınların mahkeme huzuruna çıkma hakkı vardı, ancak tanıklığı bir erkeğinkiyle eşit görülmedi ve bir erkeğinkiyle karşılaştırıldığında cinsiyeti temel alınarak çelişebilirdi.

6. yüzyıldan itibaren, kadınların peçe takmalarını ve yalnızca kiliseye giderken toplum içinde görünmelerini dikte eden, büyüyen bir cinsiyet ayrımcılığı ideali vardı ve ideal hiçbir zaman tam olarak uygulanmasa da toplumu etkiledi. İmparator I. Justinianus'un kanunları, bir erkeğin karısını izinsiz olarak tiyatro veya hamam gibi halka açık yerlere gittiği için boşamasını yasal hale getirdi. Konstantinopolis'te üst sınıf kadınların özel bir kadın bölümünde ( gynaikonitis) kalmaları giderek daha fazla bekleniyordu, ve 8. yüzyılda evli olmayan kızların akraba olmayan erkeklerle tanışması kabul edilemez olarak tanımlandı. İmparatorluk kadınları ve leydileri, erkeklerle birlikte toplum içine çıkarken, imparatorluk sarayındaki kadınlar ve erkekler, 12. yüzyılda Komninos hanedanının yükselişine kadar kraliyet ziyafetlerine ayrı ayrı katılırlardı.

Doğu Romalı kadınlar, Romalı kadının mülklerini miras alma, sahip olma ve yönetme hakkını elinde tuttu ve sözleşmeler imzaladı; bu haklar, her iki evli kadını da kapsadığı için, Orta Çağ Katolik Batı Avrupa'sındaki evli kadınların haklarından çok daha üstündü. Kadınların yasal olarak kendi paralarını idare etme hakkı, zengin kadınların iş yapmasına olanak sağladı, ancak aktif olarak geçimlerini sağlamak için bir meslek bulmak zorunda olan kadınlar normalde ev işlerinde veya gıda veya tekstil endüstrisi gibi ev içi alanlarda çalışıyorlardı. Kadınlar, devlet desteğiyle hastanelerde ve hamamlarda tıp doktoru ve kadın hastaların ve ziyaretçilerin refakatçisi olarak çalışabilirler.

Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra, kadınlar artık rahibe olamıyordu, ancak kadınların kızlar için okul, tımarhane, yoksul evleri, hastaneler, hapishaneler ve kadınlar için huzurevleri işlevi gören manastırlar kurması ve yönetmesi yaygın hale geldi. Bizanslı kadınlar, meslekten olmayan kız kardeşler ve diyakozlar olarak sosyal hizmet uyguladılar.

Dil

İmparatorluk makamı, yönetim ve askerî yapılanmadan farklı olarak, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden önce dahi, doğu Roma eyaletleri ağırlıklı olarak Yunanca konuşuyordu ve Latince gelmeden yüzyıllar öncesinde de Yunancanın hakimiyeti devam ediyordu. Roma'nın doğuyu fethetmesinin ardından 'Pax Romana' adın verilen kaynaştırıcı siyasi uygulamalar ve kamu altyapısı, Yunancanın doğuda yayılıp kemikleşmesini kolaylaştırdı. Gerçekten de, Roma İmparatorluğu'nun erken dönemlerinde Yunanca zaten çoktan Kilise'nin, eğitimin ve sanatın dili olmuştu ve geniş çapta eyaletler arası, hatta milletler arası ticarette lingua franca konumuna erişmişti. Yunanca bir süre konuşma dili Koini Yunancası (sonraları Demotik Yunanca'ya evrildi) ve daha eski bir yazılı form, Diglossia halinde beraber varlığını sürdürdü ve sonunda Koini hem konuşma hem de yazılı biçimde bu ikililikten sıyrıldı ve genelgeçer hal aldı.

Latincenin etkisi gittikçe erise de devlet dili olarak kullanımı devam etmiş, Theodosius'un hükümdarlığı döneminde Grekçenin kullanımı iyice artmış, 7. yüzyılda Herakleios'un devletin resmî dilini Grekçe yapmasıyla birlikte de Latincenin etkisi iyice azalmaya başlamıştır. Bilimsel olarak Latince hızla eğitimli kesim arasındaki popülerliğini kaybetti fakat imparatorluk kültüründe yer ettiği seremoni işlevini bir süre daha devam ettirdi. Ek olarak, özellikle Dalmaçya'da ve günümüz Romanya'sı çevresinde Halk Latincesi, imparatorluğun azınlık dili olarak konuşulmaya devam etti.

Çok uluslu yapıda olan imparatorlukta birçok farklı dil var oldu ve kimi zamanlarda bu dillere sınırlı resmî statü verildi. Kayda değer bir örnek olarak, Orta Çağ başında Süryanice uzak doğu eyaletlerde eğitimli kesim arasında çok yaygın bir dile dönüştü. Benzer şekilde Kıptîce, Ermenice ve Gürcüce kendi eyaletlerindeki eğitimli kesim arasında oldukça popüler kaldı. Bunun yanında daha sonraları Eski Kilise Slavcası, Orta Farsça ve Arapça, bu dili konuşan halklarla etkileşime girildikten sonra, bu dillerin imparatorluk ve onun etki alanı içerisinde belirli bir öneme kavuşmasına yol açtı.

Bunların dışında, Akdeniz'de ve ötesinde ana ticaret yollarının merkezinde yer alan Konstantinopolis'te, bir zamanlar Çince de dahil, bütün bilinen Orta Çağ dilleri konuşuluyordu. İmparatorluk son gerilemesine girdiğinde, ülke vatandaşları daha homojen bir hale geldi ve Yunanca bu halkın kimliği ve dinî hayatıyla iç içe geçmeye başladı.

Kalıt

Bizans sıklıkla mutlakiyetçilik, ortodoks ruhaniliği, oryantalizm ve ekzotizm terimleriyle özdeşleştirilegelmiştir ve "Bizans" ve "Bizantinizm" terimleri sıklıkla yıkım, karmaşık bürokrasi ve baskılama terimleri yerine deyişler olarak kullanılmıştır. Doğu Bloğu'ndan 1980'lerde ve 90'larda çıkan Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde Bizans medeniyeti ve onun bıraktığı kalıt oldukça olumsuzdu zira Bizans'ın da "Doğu otoriterliği ve otokrasisi" ile ilintili olduğu iddia ediliyordu. Doğulu ve Batılı yazarlar sıklıkla Bizans'ı dinî, siyasi ve felsefî olarak Batı'ya zıt olarak konumlandırdı. 19. yüzyıl Yunanistanı'nda bile odak noktası her daim klasik tarihleri oldu ve Bizans sıklıkla olumsuz imaları çağrıştırdı.

Bizans'a dönük bu yaklaşımlar, Bizans kültürünün olumlu yanları ve kalıtına odaklanan modern çalışmalar yoluyla kısmî ya da tümcül olarak tartışıldı. Averil Cameron, Bizans'ın Orta Çağ Avrupası'nın kuruluşundaki yer ettiği rolü 'inkâr edilemez' olarak gösterirken, Cameron ve Obolenski'ye göre Bizans'ın Ortodoks Hristiyanlığı'nı şekillendiren rolü, günümüz Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Rusya, Gürcistan, Sırbistan ve diğer ülkelerin tarihinden koparılamayacak kadar büyük önem arz etmektedir. Bizanslılar bunun yanında klasik el yazmalarını koruyup kopyaladılar ve klasik bilginin günümüze ulaşmasında başat rol oynadılar. Böylece modern Avrupa medeniyetine, Rönesans hümanizmine ve Slav Ortodoks kültürüne zemin oluşturdular.

Avrupa'da Orta Çağ boyunca uzun dönemde istikrarlı tek ülke olarak, Bizans, Batı Avrupa'yı Doğu'nun yeni beliren güçlerinden uzak tuttu. Sürekli saldırı altında kalarak, Batı'yı, Persler, Araplar, Selçuk Türkleri ve Osmanlılar'dan korudu. Başka bir bakış açısıyla, 7. yüzyıldan sonra Bizans'ın evrimi ve yeniden yapılanması, İslam'ın varoluş sürecine ve yayılışına doğrudan etki etti.

1453'te Osmanlılar'ın Konstantinopolis'i fethetmesinin ardından, Sultan II. Mehmed "Kaysar-i Rûm" (Osmanlı Türkçesi'nde Romalı Sezar'a eşdeğer) unvanını aldı zira Osmanlı, Doğu Roma İmparatorluğu'nun varisi olma arzusu taşıyordu. Cameron'a göre kendilerini Bizans'ın "varis"i olarak görerek ve bazı önemli Bizans geleneklerini sürdürerek, Osmanlılar, dolaylı yoldan Doğu Avrupa ülkelerinin post-komünist dönemde "Ortodoks yeniden canlanması" anlayışına yönelmesine neden oldu.

Ayrıca bakınız

  • Bizans ordusu
  • Bizans felsefesi
  • Bizans imparatorları listesi
  • Bizans isyan ve iç savaşları listesi
  • Bizans savaşları listesi
  • Bizansçılık

Notlar

Kaynakça

Birincil kaynaklar

İkincil kaynaklar

Konuyla ilgili yayınlar

Dış bağlantılar

  • Byzantine Empire – In Our Time, BBC. (şimdi dinle); (İngilizce)
  • De Imperatoribus Romanis13 Eylül 2020 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Birçok Bizans imparatorunun akademik biyografisi; (İngilizce)
  • 12 Byzantine Rulers 18 Temmuz 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. – Lars Brownworth, The Stony Brook School; İngilizce sesli eğitim. NYTimes yorumu 21 Temmuz 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.; (İngilizce)
  • 18 centuries of Roman Empire by Howard Wiseman 28 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. (Roma ve Bizans'ın tarih boyunca haritaları); (İngilizce)
  • Byzantine & Christian Museum 22 Temmuz 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.; (İngilizce)

Bizans çalışmaları, kaynaklar ve bibliyografi

  • Fox, Clinton R. What, If Anything, Is a Byzantine? (Roma İmparatorları çevrimiçi ansiklopedisi)16 Ağustos 2017 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.; (İngilizce)
  • Byzantine studies homepage – Dumbarton Oaks. Birçok elektronik kaynağa bağlantı barındırır; (İngilizce)
  • Byzantium: Byzantine studies on the Internet17 Mayıs 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Çevrimiçi kaynaklara bağlantılar barındırır; (İngilizce)
  • Translations from Byzantine Sources: The Imperial Centuries, c. 700–1204. Çevrimiçi kaynak kitabı; (İngilizce)
  • De Re Militari6 Şubat 2007 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Orta Çağ tarihi kaynakları, Bizans savaşları ile ilgili belgelere yer verir; (İngilizce)
  • Medieval Sourcebook: Byzantium 14 Ağustos 2014 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Bizans tarihine yönelik birincil kaynaklar; (İngilizce)
  • Bibliography on Byzantine Material Culture and Daily Life 24 Nisan 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Viyana Üniversitesi; (İngilizce)
  • Constantinople Home Page11 Haziran 2010 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.. Bizans'a yönelik metinler, resimler ve videolar; (İngilizce)
  • Byzantium in Crimea: Political History, Art and Culture; (İngilizce)
  • Institute for Byzantine Studies of the Austrian Academy of Sciences 1 Temmuz 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.; (İngilizce)

Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Bizans İmparatorluğu by Wikipedia (Historical)


Beşinci Haçlı Seferi


Beşinci Haçlı Seferi


Beşinci Haçlı Seferi, 1217–1221 yılları arasında Katolik kilisesine mensup Avrupalılar tarafından gerçekleştirilen haçlı seferidir. Avrupalılar, Mısır'daki Eyyubiler'i yenerek Kudüs ve diğer kutsal toprakları ele geçirmek istemişlerdir ancak amaçlarına ulaşamamışlardır.

Kutsal Şehir Kudüs'ün anahtarlarının Mısır'ın elinde olduğuna inanan Papa III. Innocentius 1213'te yeni bir Haçlı Seferi çağrısında bulundu. Bu çağrı 1215 Dördüncü Laterano Konsili'nde kabul edildi; bu Haçlı Seferi organizasyonu kendisinden sonraki Papa III. Honorius tarafından da devam ettirildi. İtalyanlar bu projeye karşı çekimser, Batılılarsa kararsızdı. Avrupa'dan önce Macaristan Kralı II. András ve Avusturya Arşidükü Habsburg'lu VI. Leopold sefere katılmaya karar verdiler. Daha sonra 1218'de Oliver Kölnlü komutasında bir Alman ordusu ve Hollanda Kontu I. William komutasında Hollandalı, Flandralı ve Frisyalı askerlerden oluşan bir ordu da sefere katıldı. Bu seferde Haçlı orduları denizden Doğu Akdeniz kıyılarında, Haçlı devletlerin bulunduğu Filistin ve Suriye'ye; özellikle Kudüs Krallığı'nın başkenti olan Akka'ya yöneldiler. Macar ordusu Eyyubilerle yaptığı tek bir muharebeden sonra ülkesine geri döndü. Diğer Haçlı orduları birlikte 1217-1220'de Kudüs Kralı John de Brienne komutasında Nil Nehri deltasına doğru bir sefere çıktı. Bunu eski Kudüs krallığını ihya etmek için bir koz olarak kullanmak istedi. Mısır'a hücum eden Haçlı ordusu Dimyat kalesi 1219'da düşünce Temmuz 1221'de Haçlılar Kahire üzerine yürümeye başladılar. Fakat yeterli tedarik sağlayamadığı ve Nil Nehri suları yükselmesi ile Haçlı ordusu Dimyat'a geri dönmek kararı verdiler ve bu dönüş Haçlılar için bir felaket oldu. Fakat Eyyubiler öncülerinin Nil Nehri kenar duvarlarını yıktıkları için ada şeklini alan bir yüksek arazide mahsur kaldılar. Eyyübiler Sultanı Kamil bin Adil bir gece hücumu ile suyu geçip Dimyat'a geri dönmek isteyen Haçlı ordusuna büyük zayiat verdi. Açlık tehlikesi geçiren bu ordu teslim olmak zorunda kaldı. Dimyat kalesinde kalan Haçlıların da Eyyubiler tarafından etrafı sarılmıştı. 1221'de yapılan bir antlaşma ile Haçlılar Dimyat'ı da kurtuluş fidyesi olarak Eyyubilere iade ettiler ve Eyyubilere teslim olan Haçlılar ordusu askerleri serbest bırakıldılar. Eyyubiler Sultanı Kamil bin Adil Avrupalı haçlılarla 8 yıl süreli bir barış antlaşması yapmayı kabul etti.

Hazırlıklar

Selahaddin Eyyubi 1187'de Hristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs şehrini tekrar eline geçirmişti ve bundan sonra Avrupalı katolik Hristiyanlar bu şehri tekrar kendi ellerine geçirmek için Haçlı Seferleri organize etmişlerdi. 1189-1192 döneminde yapılan Üçüncü Haçlı Seferi Filistin kıyılarını Hristiyan ellerine geçirmekle beraber Kudüs'ü Hristiyanlar eline geçirmeyi başaramamıştı. 1202'de başlayan Dördüncü Haçlı Seferi ise çeşitli Venedikli entrikaları nedeniyle Konstantinopolis'e yönelmiş; bu büyük şehrin kuşatılıp Katolik Hristiyanlar eline geçmesine; talan edilmesine neden olmuş ve bu şehirde yeni bir Romanya Latin İmparatorluğu kurulmasına yol açmıştı.

Papa III. Innocentius 1208'den beri yeni bir Haçlı seferi planlamakta ve bu seferle Eyyubileri yenip ortadan kaldırarak kutsal şehir Kudüs'ü tekrar eline geçirmek istemekteydi. Nisan 1213'te III. Innocentius Qui maior adını verdiği bir Papalık Fermanı çıkartarak bütün Hristiyanlara hitapla onları yeni bir haçlı seferine katılmaya çağırdı. 1215'te bunu "Ad Liberandum" adı verilen yeni bir Papalık Fermanı takip etti.

Papa III. Innocentius bu Haçlı seferinin çok sıkıca Papalık kontrolü altında olmasını planlamaktaydı. Haçlı Seferi'ni idare edecek olan kişinin yüksek Katolik Kilisesi idareci kadrosundan bir Papalık Temsilcisi olması öngörülmüştü. Bu görev için en uygun kişinin de Papa'nın baş danışmanı, kilise hukuku uzmanı ve Albano Kardinali olan Pelagio Galvanı uygun görülmüştü. Bu kişi Latin'ler elinde bulunan Konstantinopolis'e papalık diplomatik görevi ile 1213'te gönderildiği zaman Ortodoks kiliselerini kapatmak ve Ortodoks papazlarını tutuklamakla uğraşmış ve bu nedenle Latin İmparatorluğu hükümdarı olan Konstantinopolisli Henri tarafından bu acayip bağnaz hükümleri değiştirilip Pelagio Galvanı'nın Roma'ya geri dönmesini sağlanmıştı.

Papanın yeni Haçlı seferini sıkıca kontrolü nedeniyle önceki Dördüncü Haçlı Seferi'nde olduğu gibi Haçlı ordularının katolik olmayan Hristiyanlar aleyhine dönüp Hristiyan ülkeleri yıkıp yakmalarının ve talan etmelerinin önleyebileceğini sanmaktaydı. Papa bu yeni Haçlı seferinin 1216'da Haçlı ordularının İtalya'nın Brindisi limanında toplanmalarını ve buradan Filistin'e gitmelerini planlamıştı. Öngörülen büyük Haçlı ordusunu Filistin'e ulaştırmak için de, Papa Hristiyan sahipli ticaret gemilerinin doğu Akdeniz ve kuzey Afrika'da bulunan Müslüman devletlerle ticarette bulunmalarını yasakladı. Bu surette bu ticareti yapamayan gemi sahiplerinin ticaret gemilerini Hristiyan Haçlı ordularını, atlarını ve silahlarını Filistin sahillerine taşımaya zorlayacağını düşünmekteydi. Bu Haçlı Seferine destek veren herkese onların dünyada yaşarken günahlarının af edildiğini bildiren bir endüljans belgesi verilmesi öngörülmüştü. Bu endüljans belgesi verilmesi sadece Haçlı mücadelesi için gemiyle Kutsal Ülkeye gitmek için değil de, şahsen sefere gitmeyip herhangi bir başka kişinin bu sefere gitmesini sağlamak için moral ve mali yardım desteği sağlayan kişilere de de verilmesi kabul edilmişti. Böylelikle daha önceki seferlerdeki gibi genellikle soylu kişilere hitap etmekle yetinilmeyip genel alelade kişilere de hitap etmek hedeflenmişti.

Fransa

Papa önemli ülkelerin merkezlerine kendi temsilcilerini gönderip bu yeni Haçlı seferi propagandası yapmaya başladı. Örneğin Fransa'da "Robert de Courcon" ülkeyi gezip vaazlar vererek yeni Haçlılar toplamaya başladı. Fakat önemli Avrupa hükümdarları ya kendi ülkelerindeki mühim iç sorunlarla uğraşmaktaydılar ya da birbirleriyle mücadele halinde idiler. Örneğin, Haçlı seferlerine katılmayı gelenek haline getirmiş olan Fransız şövalyeleri zaten 1209-1229 döneminde devam eden Albigeois Haçlı seferi'ne katılmışlardı ve bu sefere devam etmekteydiler. Fransa Krallığı ve İngiltere Krallığı Bovais Muharebesi'ne hazırlanmaktaydılar.

Dördüncü Laterano Konsili

Papa III. İnnocentius kendine destek veren Kudüs Latin Patriği Raou Merencourt, Tortosa Başpiskoposu Baudin, Maroni Patriği Jeremiah ile birlikte 11 Kasım 1216'de 12. ekümenik konsil olan Dördüncü Laterano Konsili'ne katıldı ve bu konsil açılışında yaptığı konuşmasında yeni haçlı seferi için yaptığı dinsel çağrıyı tekrarladı. Fakat III. Innocentus 16 Ocak 1216'da vefat etti. Yeni seçilen Papa III. Honorius da kendinin halefinin yeni haçlı seferi çağrısı politikasında devam etti. 71 patrik ve metropoliten kardinal, 412 piskopos, 900 kadar manastır başkeşişi ve birkaç devlet hükümdarının temsilcilerinin katıldığı bu konsil toplantısı Kudüs'ü tekrar Hristiyanların eline geçirmek için bir Haçlı Seferi düzenlenmesi için papalık kararını teyit etti.

Macaristan ve Almanya

Oliver Kölnlü papa tarafından Almanya'da Haçlı ordusuna katılma için vaazlar vermişti. 1215'te Kutsal Roma İmparatoru II. Friedrich bir Alman Haçlı ordusu başında bu yeni Haçlı Seferi'ne katılmak istediğini belirtti. Fakat III. İnnocentius onun bir haçlı ordusu kurup komuta etmesini istememekte idi; çünkü Sicilya'da doğup büyümüş ve gayet geniş bir eğitim ve kültür almış olan II. Friedrich'in koyu Katolik düşünce ve tutumlara, İtalya'da Papalık devletine ve papalık güçlerine karşı durmuştu (ve hayatının sonuna kadar karşı duracaktı). Ama 1216'da Papa III. İnnocentius öldü. Yerine papa seçilen III. Honorius daha sert davranıp II. Friedrich'in yeni Haçlı seferine katılmasına açıkça engel oldu.

III. Honorius onun yerine Avusturya Arşidükü VI. Leopold düzenli Haçlı ordusu ile Macaristan Kralı II. András'ın Macaristan'dan topladığı Haçlı ordusunun Filistin'e gitmesini kabul etti. Macaristan Kralı'nın komutanı olduğu Macar Kraliyet Haçlı ordusu o zamana kadar Haçlı Seferine katılan en büyük kraliyet ordusu olmuştur. Bu ordunu mevcudunda 20.000 kadar şövalye ağır süvari gücü ve 12.000 kadar kale muhafızlarından oluşan piyade gücü bulunmakta idi.

Askeri seferler

Filistin

Temmuz sonunda Papa Honarius 1217 yazında büyük bir gemi filosunun Sicilya limanlarından kalkarak Filistin'e gideceğine dair bir emir vermişti. Fakat Haçlıları Filistin'e taşıyacak gemiler ortalıkta yoktu. Bazı Fransız Haçlı birlikleri değişik İtalyan limanlarına gitmişti; ama kendilerini taşıyacak gemi bulamamışlardı. Macaristan Kralı Macar Haçlı ordusunu Dalmaçya kıyılarında bulunan Spalato limanına Ağustos 1217'de getirdi ve çok geçmeden bu limana Avusturya Arşidükü VI. Leopold Avusturyalı Haçlı ordusu ile geldi. Bu orduların çoğunluğunu Filistin'e taşıması beklenen Frisya gemileri ise Portekiz'e Temmuz'da ulaşmışlar; bir kısmı Lizbon'da kalmışlardı ve ancak Ekim'de Sicilya'da Gaeta'ya eriştiler. Ama kış mevsiminde Akdeniz'de seyrüsefer kesildiği için orada Filistin'e gitmek için gelecek baharı beklemek zorunda kaldılar. Eylül başında VI. Leopold küçük bir Venedik ticaret gemi filosu bularak nispeten küçük sayıda olan Avusturyalı Haçlı birliklerini Spalato'dan 16 günlük yolculuktan sonra Akka'ya getirdi. İki hafta sonra Eylül ortasında Macaristan Kralı II. András da bir küçük Venedikli ticaret gemisi filosu ile Macar Haçlı birliklerinin bir kısmını Ekim başında Akka'ya getirebildi. Bir kısım Macar Haçlı birliklerinde Spalato'da ilkbaharı beklemek zorunda kaldı. Kıbrıs Kralı I. Hugh'da adasından toplayabildiği askerler ile tam bu sırada Akka'ya vardı. Suriye'de hasat mevsimi bitmişti; hasat pek iyi değildi ve yeni gelen Haçlı ordularına ve atlarına buğday ve yem temini zorluğu çekildi. Kutsal Kudüs Krallığı başşehri olan Akka'da orada kendi ordularıyla bekleyen Kudüs Kralı Jean de Brienne ve Antakya Prensi olan IV. Boemondo buluştular.

Akka'da Ekim 1217'de yapılan bir harp meclisi toplantısında bu hükümdarlar hiç beklemeden Eyyubiler üzerine askeri kampanyayı başlatmaya karar verdiler. 3 Kasım günü Akka'dan büyük Haçlı ordusu ayrıldı ve "Esdralon" ovasında yürüyüşe geçti. Yaşı 70'i aşkın olan Eyyubiler Sultanı Adil Seyfeddin Haçlı seferinin başlayacağı haberini almış ve Mısır'dan Filistin'e gelmişti. Fakat yapılan gözlemler bu yeni Haçlı ordusunun Üçüncü Haçlı Seferi Haçlı ordularından çok daha büyük olduğunu açıkça ortaya çıkardı. Sultan Adil gayet büyük bir Haçlı ordusunun bu mevsimde bir sefere çıkacağını beklemiyordu. Eyyubiler güçleri sayı bakımından Haçlı ordusundan çok küçük kalmaktaydı. Bu nedenle Haçlı ordusu Beisan'a yönelince Aclos'a geri çekilip Haçlıları Şam'a yönelmesini durdurmak için tedbirler aldı. Bir grup Eyyubi ordusu birliklerini de oğlu ve Şam emiri olan Muaazam komutası altında Haçlıların Kudüs'e gidiş yolunu kesmek için gönderdi. Sultan Adil bu büyük orduyla açık sahrada çarpışmanın rizikolu olduğuna karar vererek Eyyubiler ordusunun kaleler ve şehir surları arkasına çekilmesini emretti. Macar Haçlı ordusu, Baisan civarını talandan sonra, kaleler ve surlu şehirlerin duvarlı savunma mevkilerine karşı hiç etkisiz kalmaktaydı.

Güya Haçlı ordusu Kudüs Kralı Jean de Brienne komutasında bulunmakla beraber, Haçlı ordusunda birlik beraberlik ve komuta disiplini bulunmamaktaydı. Her değişik komutanın Haçlı ordusu değişik hareket etmekteydi. Genel olarak Haçlı ordusu Besian'a girdi ve orayı ve etrafı talan ettiler. Oradan, belirlenmiş bir hedef olmadan Şeria Nehri'e gidip nehri geçip Taberiye Gölü'nün doğu sahiline geçtiler; oradan "Telhum" (günümüzde İsrail de "Kefar Nahum") etrafından geçerek Celile'den Akka'ya geri geldiler.

Macaristan Kralı II. András bundan hoşlanmamıştı. Eyyubiler Sultanı Adil elinde bulunan "Cebel-i Tur (Tabor Dağı)" kalesine hücum etmeye karar verdi. Bu hücuma Kıbrıs Kralı ve Avusturya Arşidükü komutasındaki birlikleri katılmadılar; "Tapınak Şövalyeleri" ve "Hospitalier Şövalyeleri" birliklerini beklemeden 3 Aralık'ta Macar Haçlılar ordusu bu kaleye saldırdı. Bu kalenin bulunduğu büyük tepeye zaten mancınık gibi büyük kale kuşatma aletlerinin getirilmesi hemen hemen imkânsızdı. Bunun yanında Macar Haçlı ordusunun sahip olduğu kuşatma için kullanacak mancınık ve benzeri savaş aletleri daha deniz yoluyla Filistin'e ulaşmamıştı. 5 Aralık'ta Şövalyeler birlikleri geldiğinde Haçlılar tekrar bu kaleye tekrar saldırdılar. Ama hiç başarı elde edemeden 7 Aralık'ta Macar Haçlı ordusu bu kuşatmayı bıraktı ve Akka'ya çekildi.

Yeni yılın başında nispeten küçük bir Macar Haçlı birliği Krallarından izin almadan ve yerlilerin tavsiyelerini dinlemeden Bekaa Vadisi'ne hücum ettiler. Fakat Lübnan Dağları'nı geçerken bir kar fırtınasına tutulup kayboldular. Bazı Macar Haçlı birlikleri "Marj 'Ayun Kalesi" ve "Kalaat-il Sakıf (Beaufort) Kalesi"'ne hücum yaptılarsa da bunlardan hiçbir sonuç çıkartamadılar. Sayda kalesine hücum eden 500 kişilik bir Macar Haçlı ordusu birliğinden ancak 3 kişi geri dönebildi. Böylece, Cebel-i Tur (Tabor Tepesi) Kalesi, Lübnan'daki kaleler ve Sayda kalesine karşı hücumlardan sonra, Macar Haçlı ordusunun duvarlı savunma mevkilerine karşı hiç etkisiz olduğu anlaşıldı.

Tam bu sırada Kudüs'ü elinde bulunduran Eyyubiler, bu yeni Hristiyan Haçlı ordularına karşı duramayacaklarını anlamışlardı. Şehrin surları bakımsızdı ve tamir etmek için büyük yatırım ve gayret istemekteydi. Surları tamirle onları savunmanın Birinci Haçlı Seferi'nde olduğu gibi teslim olunursa Kudüs müslümanlarının büyük bir katliama hedef olmasının çok olası olduğunu da unutmamışlardı. Bu nedenle diğer bir strateji uygulamaya karar verildi. Şehrin kule, kale, sür ve savunma mevkilerini yıkmaya karar verdiler. Eğer Hristiyan Haçlı ordusu Kudüs'e saldırırsa karşılarında korunaklı kuleler, kaleler ve duvarlarda mevzilenmiş Müslüman güçleri bulamayacaklardı. Müslümanlar Kudüs'e bir Haçlı hücumu olduğunda surlar arkasında savunmamayı tercih etmekte idiler. Eğer Kudüs'ün surları yıkılıp korunamayacak bir hale getirilirlerse korunaklı mevziler bulunmadığı için, eğer Haçlılar şehre hücum ederlerse şehrin onlara bırakılması öngörülmüştü. Ek olarak şehrin tedarik yollarının kapatılması ve şehir etrafından insan ve hayvan tedarik, iaşe, yiyecek ve malzemelerinin toplamasının da imkânsız hale getirilmesi planlanmıştı. Sonra da Haçlılar şehri ellerine geçirirlerse bir Müslüman karşı hücumuna gayet açık olacakları için Kudüs'ü ellerinde tutma rizikosuna girmeyecekleri de düşünülmekteydi.

Yaptığı etkisiz muharebelerden sonra Macar Haçlı ordusu uzun müddet hiç etkisiz kaldı. Bundan dolayı Macaristan Kralı II. András zamanını Kutsal ülkede bulunan güya kutsal kalıntılar toplamakla geçirmeye başladı. Bu uğraşında bir sürü ne olduğu belirli olamayan "kutsal peygamberler veya azizlerden arta kalan parça veya eşya" topladı. Örneğin İncil'de ismi geçen Cana'daki yemekte kullanıldığı iddia edilen bir seramik su güğümü satın almıştı. En son olarak Macaristan koruyucu evliyası olan Evliya Stefan'ın kafatasını bulmuştu.

1218'in başında Macaristan kralı II. András birden çok hastalandı ve iyileşirse Macaristan'a dönmeye karar verdi. Gerçekten de iyileşti ve Macar Haçlı ordusu topladığı "güya kutsal" eşyalarla birlikte diğer Haçlı ordusu komutanlarının kalması için yalvarıp yakarmalarını hiç dinlemeden Filistin'den ayrıldı. Ordusunu Lübnan ve Suriye sahillerinden Trablusşam ve Antakya üzerinden Çukurova'ya yürüttü ve orada Selçuklu Sultanı'ndan aldığı serbest geçiş belgesi ile Anadolu'dan yürüyerek geçip Konstantinopolis'e vardı. Yine oradan yürüyüşle Balkanlardan Macaristan'a geçti. II. András'ın Haçlı Seferi, topladığı birçok ne olduğu belirsiz güya kutsal evliya parçaları ve eşyaları dışında, hiçbir sonuç doğurmamıştı.

Şubat 1218'de II. András ve Macar Haçlı ordusu Filistin'den ayrıldıktan sonra Antakya Prensi IV. Boemondo Antakya'ya ve Kıbrıs Kralı I. Hugh da Kıbrıs'a dönmek üzere Akka'an ayrıldılar.

27 Nisan 1218'de Frisya filosunun ilk yarısı Akka'ya ulaştı ve iki hafta sonra Lizbon'da kışın kalmış olan ikinci yarısı Akka'ya vardı. İtalya'da değişik limanlarda bulunan Fransız şövalyeleri de peyderpey Akka'ya geldiler. Akka'ya yeni bir Alman Haçlı ordusu başında "Oliver Kölnlü" ve Hollandalı, Flandaralı ve Frisyalı askerlerden oluşan karışık bir Haçlı ordusu başında Hollanda kontu I. William olarak bu Frisyalı gemiler filosu ile geldi.

Kudüs Kralı Jean de Brienne Kudüs'teki durumdan haberdardı ve Kudüs'e hücum etmenin uygunsuz olduğunu kabul etmişti. Avusturya Arşidükü VI. Leopold ve Kudüs Kralı Jean de Brienne yeni gelen Oliver Kölnlü ve I. William ile yeni bir strateji planı yapmaya başladılar. Buna göre yeni takviyeli Haçlı ordusu Eyyubiler'in ana merkezi olan Mısır'a ve Kahire'ye hücum edip bu toprakları eline geçirirlerse, bu topraklar ile Kudüs'ü değiş tokuş yapma imkânı olup, Kutsal şehir Kudüs'ün bu değiş tokuş sonucu Haçlı Hristiyanlar eline geçmesi sağlanabilecekti. Bu stratejiye uygun olarak Kudüs Kralı Jean de Brienne önce önemli bir Mısır sahil limanı olan Nil Nehri deltası ağzında bulunan Dimyat veya İskenderiye liman şehirlerine hücum etmeyi ve bu şehirleri ele geçirdikten sonra bunları tedarik üsleri olarak kullanarak sonradan Kahire'ye hücum etmeyi teklif etti. Yapılan harp meclisinde yeni gelen Haçlı güçleri komutanları hedefin Dimyat kalesi ve limanı olmasını kabul ettiler.

Anadolu Selçuklu Devleti ile Eyyubiler

Eyyubiler kuzey Suriye'de de tehlike altına girmişlerdi. Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı I. İzzeddin Keykavus kuzey Suriye topraklarına göz dikmişti. Bazı tarihçiler I. İzzeddin Keykavus'un Haçlılar ile müzakerelerden sonra onlarla anlaşarak Kuzey Suriye'ye hücum ettiklerini bildirirler. Bu antlaşma hem Haçlılara kuzeyden olan Eyyubiler baskısını azaltacak ve hem de Selçuklulara yeni Halep Kuzey Suriye topraklarını ele geçirmeye fırsat sağlayacaktı. Fakat bu anlaşma hakkında zamanın diğer tarihçileri hiç bahiste bulunmamaktadırlar.

Kuzey Suriye Eyyubilerin Halep Emiri idaresi altında idi ve Beşinci Haçlı Seferi döneminde burada şu olaylar gelişti. 1216'da Sultan Adil'in yeğeni olan Eyyubiler Halep Emiri Zahir Gazi öldü ve yerine daha çocuk olan Aziz Muhammed geçti. Aziz'in yetişkinliğine kadar naipliğini Tuğrul adında bir hadım ile annesi Dayfa Hatun yüklendi. Selahaddin Eyyubi'nin büyük oğlu olan Efdal Samsat'ta sürgündeydi. Halep Emirliği'nin kendine verilmesi gerektiğini savundu ve bunu zorla ele geçirmek için Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus'un desteğini aldı. 1218 başlarında Selçuklu ordusu ile Efdal'ın topladığı bir ordu birlikte Kuzey Suriye'ye girerek Halep üzerine yürüdü. Halep Emir naibi Tuğrul Sultan Adil'in Haçlılarla uğraştığını bilerek destek için Adil'in üçüncü oğlu olan ve Eyyubiler Elcezire emiri olan Melik Eşref'den yardım istedi. Eşref, Selçuklu ve Efdal ordusu ile "Buzaa Muharebesi"'ne girişti ve onları yenik düşürdü. Efdal yine Samsat'a sürgüne gitti. Halep Emirliği Melik Eşref'in üst-hakimiyetini tanıdı. Selçuklu Sultanı'nın Kuzey Suriye ve Irak üzerinde istekleri İzzeddin Keykavus'un 1220'de ölümüne kadar devam etti. Keykavus yaşamının son yılında Musul'daki taht kavgasına müdahale etmeye hazırlanmakta idi.

Mısır

Doğu Akdeniz kıyılarındaki Haçlı devletleri, Kıbrıs Kralı, Tapınak Şövalyeleri, Hospitalier Şövalyeleri ve Avrupa'dan gelmiş Haçlı orduları komutanları Kudüs Kralı Jean de Brienne Mısır'a hücum ve ilk defa Dimyat kalesini ele geçirme planını kabul edip uygulamaya koyuldular.

24 Mayıs 1218'de Frisya donanma filosu gemilerine yüklenen Jean de Brienne komutasındaki Haçlı orduları Akka'dan ayrıldı. Önce Ahklit limanına uğrayıp daha fazla tedarik maddeleri aldılar. Fakat burada rüzgarın birdenbire yön değiştirmesi ile filo ikiye ayrıldı. Bir filo 27 Mayıs'ta Dimyat kalesi yakınlarında Nil Nehri ağzına erişti. Burada demir atıp filonun geri kalan büyük kısmını bekledi. Fakat sabırları tükendi ve nehrin ağzında batı kıyıya asker çıkartma yapmaya başladılar. Hiç direniş ile karşılaşmadılar. Ana filo gelince onlar da aynı mevkide karaya asker çıkarttılar. Haçlı Orduları komutanları da karaya çıktılar. Dimyat kalesi, nehir ağzından 2 km içeride, nehrin doğu sahilinde ve arkasını Manzele Gölüne vermiş olarak konumlanmıştı. Nil Nehri ağzının gemilerin kullanmasını uygun tek yatağına gemilerin girmesini önlemek için şehirden karşı kıyıda bulunan bir korunaklı kuleye zincir çekilmişti. Bu kule Haçlı ordusunu ilk hedefi oldu.

Eyyubiler Sultanı Adil Haçlı ordusunun Suriye'de hücuma geçeceğini tahmin etmemekteydi ve bu yeni gelişme ona büyük bir sürpriz oldu. Dimyat şehrinin savunmasına özel bir dikkat verilmemişti. Fakat yine de hem şehirdeki depolarda hem de Nil Nehri üzerinde bulunan zincirin Haçlı donanmasının yolunu kestiği için bu zincirin güneyinde bulunan yakın bölgelerden kalenin direnişi için gerekli iaşe ve tedarik malları depolarda bulmaktaydı. Bu nedenle Dimyat kalesi 24 Ağustos'a kadar Haçlı kuşatmasına ve zaman zaman hücumlarına karşı direnmede başarılı oldu. Eyyubiler Sultanı Adil Şam'da bulunmaktaydı. Kahire'de naip oğlu Kamil bin Adil Mısır ordusu ile Kahire'den kuzeye yürüdü ve Dimyat'ın 10–15 km güneyinde bulunan Adiliye'de kamp kurdu. Haçlı mevkilerine hücum edecek sayıda gemisi bulunmamaktaydı ama Dimyat kalesinin karşı yakasında bulunan ve Nil Nehri'ni Haçlı gemilerine kapayan zincirin ucunda bulunan kuleye takviyeler gönderdi.

Haçlıların kuleye ilk hücumu Haziran 1218 sonlarında yapıldı ve başarısız oldu. Haçlılar Ağustos sonunda bir hücuma daha hazırlandılar. Bu hücumda Frisyalı gemileri kullanarak Haçlı'lar IV. Haçlı Seferi'nde Konstantinopolis'in kuşatmasında kullandıkları birbirine sıkıca bağlı iki geminin direkleri arasında gerdikleri deriden platforma çıkıp kale duvarlarına hücuma hazırlandılar. Böylece kule ham karadan hem de denizden hücuma maruz kalacaktı. 24 Ağustos'ta Frisyalı gemiler ve diğer kara güçleri ile Haçlılar kuleye taarruza başladılar. Bu hücum 24 saat kadar karşılıklı çatışmaya yol açtı. Ama kulenin savunucuları sayısı büyük zayiat verip sadece 100 kadar kişiye kadar düşmüştü. Bu küçük güçle Haçlılar karşısında duramayacaklarını anlayıp teslim oldular. Bu kuledeki depoda büyük miktarda iaşe ve teçhizat bulundu ve Haçlılar bunları ordularının bulunduğu nehrin batı kıyısına taşıdılar. Sonra da nehir üzerindeki zincir ve yanında buluna küçük köprüyü yıktılar. Böylece Haçlı gemileri Nil Nehrinin güneyinden şehre iaşe ve tedarik getirme yolunu kapatmış oldular ve şehri tamamıyla ablukaya aldılar.

Kulenin düşmesi haberi Şam'da bulunan zaten yaşlı ve hasta olan Sultan Adil'e birkaç gün sonra erişti ve onu fena etkiledi. Suriye'de yeni Eyyubi Şam Emiri olan Sultan Adil'in küçük oğlu Muazzam Haçlıların dikkatini Filistin'e geri çekmek için Haçlı Kaseriya kalesine hücum etti; bu kaleyi eline geçirdi ve bütün şehir surlarını yıkıp şehri savunmaya imkânsız hale getirdi. Bu haber de Sultan Adil'e yetişti. Ama özellikle Dimyat karşısındaki kalenin düşme haberi gerçekten çok zor gelmişti ve 31 Ağustos'ta 75 yaşında iken Sultan Adil Şam'da vefat etti. Büyük oğlu olan ve babasının hastalığı dolayısıyla Mısır'da iktidar gücünü efektif olarak taşıyan Kamil bin Adil Eyyubiler Mısır Sultanı ve üst Eyyubiler Sultanı oldu. Eyyubilerin Şam Emiri olan küçük oğlu Muazzam Eyyubiler Suriye Sultanlığı'na geçti.

Haçlılar nehir karşısında kuleyi ellerine geçirdikten sonra eğer Dimyat kalesine hücuma geçselerdi, belki bu esas kaleyi de ele geçirebilirlerdi. Ama Haçlılar bu hücumdan kaçındılar ve takviye kuvvetlerin gelmesini beklemeye koyuldular. Frisyalı Haçlıların çoğu ülkelerine geri döndüler. Frisya'ya yetiştiklerinin ertesi günü sanki Tanrının cezasıymış gibi Frisya'ya büyük zarar veren bir fırtına çıktı; o zamana kadar görülmemiş şiddetle yağmur geldi ve ülke sel ile kaplandı.

Papa III. Honorius 20.000 gümüş mark sarf ederek yeni bir deniz filosu kurdurmuştu ve bu filo 1 yıldır Brindisi'ye gelen Haçlıları Mısır'a götürmek için limanda beklemekteydi. Bu gemiler Haçlı güçleri ile dolu olarak tam bu sırada limandan ayrıldılar. Başlarında Papa temsilcisi Kardinal Pelagius Albano'lu bulunmaktaydı. Aynı zamanda Fransız Haçlı komutanları Nevers Kontu Herve ve La Mache Kontu Hugh Lusignanlı Genova gemileri bularak Fransa'dan ve İngiltere'den gelen Haçlı ordularını Mısır'a götürmek için yola çıktılar. Bu filoya papalık dinsel temsilcisi olarak Courcon Kardinalı Robert'i tayin edilmişti ama bu kişi papa temsilcisinin siyasal yetkilerini taşımamaktaydı.

Kardinal Pelagius ve Haçlı ordusu Mısır'a Eylül ortasında vardı. Bu kişi çok koyu Katolik inançlı İspanyol asıllı bir kişi idi. Dimyat'a gelmesi Haçlılar arasında bir anlaşmazlık ortaya çıkarttı. Kudüs Kralı Jean de Brienne'nin Haçlıların komutanı olduğu kabul edilmekteydi. Bu yüksek rütbe önceki yıl Filistin'deki harekâtta Macaristan Kralı ve Kıbrıs Kralı tarafından kabul edilmemişti ama onlar ülkelerine dönmüşlerdi ve bu sefere katılmamaktaydılar. Kardinal Pelagius Jean de Brienne'nin otoritesini kabul etmeyip ona karşı çıkmaktaydı. Jean de Brienne'nin Kutsal Kudüs Kralı olması, ancak meşru kraliçe olan ve ama o zaman ölmüş bulanan Jean de Brienne'nin karısı dolayısıyla idi; Jean de Brienne meşru kral değil, meşru kraliçe kocası idi. Kardinal Pelagius Papa temsilcisi olarak kendini Haçlı ordusunun en yüksek komutanı olarak görmekte idi. İtalya'dan gelen haberler Kutsal Roma-Germen İmparatoru olan II. Friedrich'in yeni bir Haçlı ordusu toplamakta olduğu ve bu ordu ile Filistin'e gelmesi yakın olduğu hakkında idi. Kardinal Pelagius II. Friedrich'in üst komutan olmasının meşru olacağını kabul etmekteydi.

Sultan Kamil Ekim'de yeni takviye birlikleri almıştı. Bir nehir filotillası kurup Haçlı'ların ordugahına karşı bir hücum tertip etmeye koyuldu. Haçlılar bu filoyu Komutan Jean de Brienne'nin gayretleri ile geri püskürtüler. Birkaç gün sonra Eyyubiler kalenin kuzeyinde bir köprü kurdular. Kardinal Pelagius emrindeki güçlerle bu köprünün yapımını durduramadı. Sultan Kamil de nedense ordusunu bu köprüden şehre geçirmedi ve su üzerinden botlarla hücuma geçmeyi tercih etti. Fakat Haçlı kampına yeni erişmiş olan Fransız Haçlıların gayretiyle bu nehir üzerinden hücum da başarısız kaldı. Haçlı kampının hemen dışına yapılan diğer bir Eyyubi hücumu da geri püskürtüldü. Bu su üzerinden hücumların geri püskürtülmesinde Eyyubi ordusu pek çok askerin suya düşüp boğulması ile büyük zayiat verdi.

Ekim sonlarına karşı çatımalar biraz azaldı. Haçlı ordusu Fransız ve İngiliz Haçlı güçlerinin gelmesi ile takviye olunmuştu. Sultan Kamil'e Suriye'den gelmesini beklediği takviyeler babası Sultan Adil'in Șam'da ölmesi üzerine aksamaya başlamıştı. Yeni Suriye Sultanı Muazzam idareye geçince daha düzenli yeni takviyeler beklemeye başladılar. Haçlılar da sorunlarla karşılaştılar. Eyyubiler elinde bulunan köprünün ilerisinden denize uzanan yeni bir kanal kazdılar. Fakat bu kanalın dolması çok uzun almaktaydı. 29 Kasım akşamı kuzeyden büyük bir fırtına deniz üzerinden deniz suyunu etrafındaki düşük rakımlı araziye yaydı ve sel gibi deniz suyunu Haçlı kampı üzerine getirdi. Haçlı ordusunun tüm çadırları sel suları altında kaldı ve depolanmış iaşe ve teçhizat da sular içinde kaldı. Fırtına gemi zayiatı da doğurmuştu. Seller çekildikten sonra kamp hiç Haçlının dokumak istemediği ölü balıklarla dolmuştu. Kardinal Pelagius yeni bir nehir duvarı yapılması emrini verdi ve selin getirdiği zayiat (yırtılan yelkenler, çadırlar ve hatta at leşleri) bu duvar için malzeme oldular. Ama Haçlıların önceden kazdıkları kanal da artık dolmuştu ve Haçlı gemileri nehirde daha ilerilere gidebilmeye başladılar.

Bu sefer Haçlı ordugahında bir salgın ortaya çıktı. Bu salgına tutulanlar çok yüksek hararetten ve kararmaya başlayan derilerden muzdarip oldular. Haçlı ordusu mevcudunun altıda biri hayatını kaybetti. Bunlar arasında Fransız Courcon Kardinalı Robert de bulunmaktaydı. Hayatta kalan Haçlı güçlerinin hem fiziksel takatleri hem de moralleri çok düşmüştü.

Bunu nispeten çok şiddetli bir kış takip etti. Her iki ordu da ıslak ve nispeten soğuk havadan ve bunun ortaya çıkardığı çeşitli hastalıklara yakalanıp ölerek zayiat verdiler.

Şubat 1219 başında Haçlıların komutanı Kardinal Pelagius ordunun moralini yükseltmek için harekete geçti. 2 Şubatte Eyyubi ordusuna bir genel taarruz düzenledi ama ortaya çıkan fırtına ve yağmur bu hücumu imkânsız hale getirdi.

4 Şubat'ta Sultan Kamil'in ve ordusunun şehrin dışında ordugah kurduğu Adiliye mevkini boşalttığı haberi geldi. Haçlılar Adiliye'ye yürüyünce mevzilerin boş olduğunu gördüler. Kale içinde bulunan Eyyubi ordusu onların Adiliye'ye yerleşmelerini önlemek için bir huruç hareketi yaptı ise de başarı kazanamadı. Haçlılar Adiliye'ye girip yerleşip Dimyat kalesini tamamıyla kuşatmayı başardılar. Sultan Kamil'in çekilmesine sebep Emir İmaddinin Ahmed bin el-Mastub adlı bir kölemen emirin bir komplo hazırlayarak Sultan Kamil'i öldürmek ve yerine küçük kardeşi Faiz'i sultanlığa geçirmek istemesinin öğrenilmesi olmuştu. Tam bu sırada Suriye Eyyubi Sultanı Muazzam Suriye ordusu ile Mısır'Eyyubiler ordusunu takviyeye gelmişti. İki kardeş 7 Şubat'ta görüşüp bu komployu bastırdılar. Buna Sultan Muazzam'ın yeni getirdiği Suriye ordusu çok etkili oldu. Emir Kerek kalesine hapse gönderildi. Eyyubi prensi Faiz'de Sincar'a sürüldü ve oraya gitmekte iken vafat etti.

Sultan Muazzam'ın yeni takviye ordusu ile bile Sultan Kamil Haçlıları Dimyat kuşatmasından söküp atamadı. Eyyubilerin asker sayısının çok artmasına rağmen nehir, göl ve kanallar bu kara ordusunun etkili kullanılmasına engel oldu. Haçlıların ana kampı ve Adiliye'de kurdukları yeni kampa yapılan hücumlar netice vermedi. Sultan Kamil yeni ordugahını Dimyat'ın 10 km güneyinde bulunan Fariskur'da yerleştirdi. Haçlılar Dimyat'a hücuma başlarlarsa onları arkadan vurmaya hazır hale geldi. Bütün ilkbahar aylarında bu yenişememe durumu devam etti. Eyyubilerin Hristiyan kutsal (Paskalya yortusu ve ondan yedi hafta sonraki yortu) günlerinde Adiliye'yi tekrar ellerine geçirmek için Haçlılara yaptıkları büyük taarruzlar boşa çıktı. Dimyat kalesinde kuşatma altında bulunan Eyyubiler ordusunun yiyeceği boldu; ama hastalık yüzünden asker sayısı çok azalmıştı. Ama Haçlılar kaleye hücumu yine geciktirdiler.

Eyyubiler Şam Sultanı Muazzam, hükmü altında bulunan Kudüs şehrinin tüm surlarını ve kale kulelerini yıktırmış ve şehri surlar ile savunulamaz bir hale getirilmişti. Eğer barış ortaya çıkarsa bu savunması imkânsız Kudüs'ün Haçlılara terk edilmesi imkânı vardı. Bunun için 19 Mart'tan itibaren Kudüs şehrinin diğer surları ve en önemli kuleleri yıkılmaya başlandı. Bu şehirde bir panik yarattı. Şehirdeki Müslümanların bazıları şehri boşaltıp Ürdün Nehri'ne doğru kaçtılar. Boş bulunan evler askerlerin halkın talanına hedef olup harabeye dönüştürüldüler. Bazı tutucu mütecavizler Hristiyanların kutsal binalarını (özellikle Kutsal Kabir Kilisesi'ni) yıkamayı istediler ama Eyyubiler idarecileri buna izin vermediler.

Bu sefer yaz çok yüksek sıcaklıkla ortaya çıktı. Buna alışkın olmayan Haçlı orduları sıcaktan bitkin hale geldiler. Morallerini yükseltmek için Kardinal Pelagius gene mütecaviz bir harekâta başladı. 29 Temmuz'da Eyyubilerin Haçlı kampına yaptıkları hücum her iki tarafa büyük zayiat vererek geri püskürtüldü. Haçlılar mancınıklarla kale duvarlarına bombardımana başladılar. Buna karşılık kale savunucuları Rum ateşi kullanarak mancınıklara büyük zarar verdiler. Haçlılar Rum Ateşi ile çıkartılan yangınlar ancak sirke kullanarak söndürebilmekteydiler. Aynı ay diğer bir Eyyubiler hücumu Haçlıları nerede ise söküp atmakta iken vaktin gecikmesi ve havanın kararması nedeniyle bundan muvaffak olamadı. Haçlıların 6 Ağustos'ta surlara yaptıkları hücum da etkisiz kaldı.

Haçlılar içinde yüksek sınıflara mensup komutanlar arasında da zayiat büyüktü (örneğin Tapınak Şövalyeleri Büyük Ustası Guillaume de Chartres). Avusturya Kontu Leopold Mayıs sonunda ordusu ile Avusturya'ya dönmek üzere kamptan ayrıldı. Kudüs Kralı Jean de Brienne ile Papa Temsilcisi Kardinal Pelagius arasında taarruzlarda uygulanacak strateji üzerinde anlaşmazlık çıktı. Kral, Sultan'ın kampına hücum etmek istemekteydi ve Kardinal ise şehrin duvarlarına hücumu tercih etmekte idi. 29 Ağustos'ta kral taraftarlarının önerisi uygulanmaya koyuldu ve Haçlılara biraz düzensiz halde büyük bir kitle gibi Sultan'ın kampına hücuma başladılar. Eyyubiler önce geri çekilir gibi yapıp sonra karşı taarruza geçtiler. Kardinal Pelagius komutayı üzerine aldı. Ama onun her türlü emrine ve hatta yalvarış ve yakarışına rağmen İtalyan asıllı Haçlılar geri çekilmeye başladılar. Bunu gören Haçlı ordusunun hepsi paniğe kapılıp kaçmaya koyuldular. Fakat Kral Jean de Brienne ve Fransız ve İngiliz asiller idaresindeki Haçlı ordusu kısımları direniş gösterip bu paniği önlediler ve Haçlı kampını kurtarmış oldular.

Bu arada önemli bir Hristiyan, sonradan aziz olarak kabul edilen Assisili Francesco Dimyat'ı kuşatan Haçlılar ordu kampına ziyarete geldi. Barış hakkında müzakereler yapılırsa bir sonuca varılacağına inanmaktaydı. Müslümanlar tarafına geçmek için zorla Kardinal Pelagius'tan izin aldı. Assisili Francesco bir beyaz bayrak altında sultan'ın bulunduğu Fariskur'a geçti ve orada Sultan Kamil'in huzuruna çıktı. Sultan Kamil ona çok iyi davrandı; fakat dini konular hakkında açık bir oturum yapılmasını kabul etmedi. Francesco'ya birçok hediye verdi; Francesco ama bunları kabul etmedi. Onun yanına bir askeri şeref birliği verilerek tekrar Haçlılar karargahına geri dönmesi sağlandı.

Ama Assisili Francesco'nun araya girmesi gerekmemekteydi. Mısır Eyyubiler Sultanı Kamil bin Adil barıştan yana idi. O yıl Mısır'da Nil Nehri fazla yükselmemişti. Bu su eksikliğinden dolayı Mısır halkına yetişecek yiyecek olmayacağı aşikardı. Aynı zamanda ülke içinde tarıma hiç katkı yapmayan ve büyük tüketime neden olan bir ordu bulunmakta ve savaş yapılmakta idi. Suriye Sultanı Muazzam da Suriye'den getirdiği orduyu geri götürmeyi istemekteydi. Eylül sonunda bir Haçlı esir bir ateşkes teklifi ile Sultan'a geldi ve eğer Müslümanlar Kudüs'ü geri verirlerse bir barış olabileceğini bildirdi. Mısır Eyyubi Sultanı Kamil bin Adil Haçlılarla bu ateşkesi kabul etti. Fakat Haçlılar barış müzakerelerine başlamayı kabul etmediler. Böylelikle ateşkes döneminde her iki taraf da kendi mevzilerini pekiştirmekle geçirdiler. 26 Eylül'de Sultan Kamil Haçlılara yaptığı bir hücumla bu ateşkes dönemine son verdi.

Fakat yine de Sultan Kamil barış yanlısı idi. Dimyat'ın savunucularının sayısının çok azaldığını ve onları takviye etme imkânı olmadığını bilmekte idi. Haçlılar kampı içinde kargaşalık çıkartmak için tuttuğu casus ve ajan provokatörler de hiç etkili olmamaktaydılar. Ekim sonunda esir olan iki Haçlı şövalyeyi Haçlılara göndererek yeni bir barış teklifi şartlarını onlara bildirdi. Haçlılar Dimyat kuşatmasını kaldırıp Mısır'dan çıkarlarsa kendilerine Kudüs, Beytüllahim, Nasıra ve "gerçek istavroz" geri verilecekti. Böylece Kudüs ve Orta Filistin'in tümü ve Celile bölgesi Haçlı Hristiyanlar eline geçecekti. Kudüs Kralı Jean de Briene; onun asilleri, Fransa, İngiltere ve Almanya'dan gelen bütün komutan asiller bu şartlara razı olma lehinde idiler. Papa Temsilcisi Albano'lu Pelagius ve Kudüs Katolik Patriği bu tekliflere karşı çıktılar. Bu koyu dindar Katolikler prensip olarak Hristiyan olmayanlarla anlaşma yapılması aleyhinde idiler. Tapınak Şövalyeleri ve Hospitalier Şövalyeleri ise buna stratejik olarak aleyhtardılar. Kudüs surları ve Celile'de bulunan kaleler yıkıldığı için Kudüs'ün askeri olarak savunulması imkânsız olduğu açıktı. İtalyanlar (Venedikliler, Cenovalılar vb.) ise ticaret bakımından aleyhteydiler. Dimyat Haçlılar eline geçerse Haçlılar ve İtalyanlar elinde bu liman, Mısır içine açılan bir ticaret kapısı olacağını düşünmekteydiler. Sonunda Kardinal Pelagius'un katı ısrarı üzerine bu barış teklifi reddedildi. Bu katı Katolik tutumun haberini alan önemli bir grup Haçlı orduların komutanı olan Hollanda Kontu I. William, kendisinin getirdiği Flandralı'lardan oluşan ordusu ile kuşatmadan ayrıldı ve biran önce ülkesine geri dönme hazırlıklarına girişti.

4 Kasım'da Haçlılar tarafından kaleye karşı gönderilen bir keşif birliği Dimyat kalesinin dış surlarında hiçbir savunucu bulunmadığı haberini getirdi. 5 Kasım'da tam bir güçle surlar üzerine yürüyen Haçlı ordusu bu dış surları hiç direniş görmeden geçti ve iç kale kapılarına dayandı. Şehrin içinde bulunan askerlerin hemen hepsi hasta idi ve şehirde sadece 3000 kişi hayatta kalmıştı. Yaşayan asker ve siviller hastalıktan o kadar bitkin haldeydiler ki ölülerini bile gömme takatleri bulunmamaktaydı. Ama şehir depoları yiyecekle doluydu. Şehrin depolarındaki her türlü mal istilacı Haçlı ordusuna kalmıştı. Haçlılar şehir sakinlerinden 300'ünü fidye toplamak için ayırdılar. Genç çocukları Hristiyan yapılmak üzere papazlara teslim ettiler. Diğer şehir sakinlerini köle olarak sattılar. Şehirde bulunan her türlü kıymetli ve kıymetsiz mal her Haçlıya rütbesini de göz altına alınarak bölüştürüldü. Şehrin idaresi de sorun oldu. Sonunda Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Friedrich'in gelip Haçlı seferine katılıncaya kadar şehrin idaresi Kudüs Kralı Jean de Brienne'ye verildi. Bu arada Nil Nehri'nin doğuda bulanan ağzında, Dimyat'tan birkaç kilometre uzaklıkta olan Tanis şehrine de bir hücum düzenlendi. Bu şehir de terk edilmişti ve içinde bulunan eşyalar ganimet olarak alınarak Haçlılar arasında bölüşüldü. Ganimet bölüşülmesi büyük sorunlar ortaya çıkardı. Kendilerine haksızlık yapıldığını iddia eden İtalyan Haçlılar açıkça isyana geçtiler. Ama Tapınak Şövalyeleri ve Hospitalier Şövalyeleri güçleri onları şehirden uzaklaştırdılar. Böylece kış mevsimi galibiyet kazanan Haçlı ordusunda çıkan anlaşmazlıklarla girdi.

Papalık temsilcisi olan Pelagius Dimyat şehrinin geçici idarecisi olarak Kudüs Kralı Jean Brienne'yi kabul etmemekteydi. Jean de Brienne de yıl sonunda Dimyat'tan ayrılarak Akka'ya geri döndü. Pelagius imparator II. Friedrich'in yeni bir ordu ile Avrupa'dan gelmesini beklemekteydi ama II. Friedrich gelmedi. Eğer bir başarısızlık olursa Papa temsilci Pelagius'un bunu kendine yükleyeceğinden çekinen Jean de Brienne 7 Temmuz'da bir yıl Filistin'de kaldıktan sonra tekrar Dimyat'a eski görevine döndü.

Tam bu sırada El Cezire'de bulunan Eyyubiler, Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı I. Keykavus ile yaptıkları savaşı bir antlaşma ile sona erdirdiler. Orada Eyyubiler valisi olan olan Sultan Kamil'in küçük kardeşi Eşref Musa bin Adil komutasında bir ordu ile Mısır'daki Eyyubilere askeri yardım desteği sağlama durumuna geçmişlerdi. Sultan Kamil ayrıca Nil Nehri deltasının batısında yeni bir donanma kurmayı başarmıştı. 1220'de bu yeni Eyyubiler donanması Kıbrıs'ın batısında Haçlıların donanmasının tümünü bir pusuya düşürüp bu Haçlı filosunu elemine etti. Böylece Dimyat'taki Haçlıların deniz desteği de kesilmiş oldu. Sultan Kamil Pelagius'a tekrar daha önceki bildirdiği şartlarla tekrar barış teklif etti. Pelagius yine bunu kabul etmedi.

Temmuz 1270'te Dimyat'daki Haçlı Hristiyan orduları Eyyubiler başkenti olan Kahire üzerine yürümeye karar verdiler. Bu yürüyüş kuru olan Nil Nehri kıyısını takip ederek devam etti. Eyyubiler hükümdarı Sultan Kamil bin Adil ve ordusu tarafından yakından gözlemlenip takip edildi. Mısır ve Suriye Eyyubiler güçlerinin öncüleri 19 Temmuz'dan itibaren Kahire hedefiyle ilerlemekte olan Haçlı ordusunun uçlarına sık sık baskın hücumlarında bulunmaya başladı. Bu sık sık yapılan hücumlar ilerleyen Haçlı ordusunun moralini bozdu. Özellikle Alman haçlılarına çok aksi tesir yaptı. Haçlılar ordusuna dahil olan 2000 Alman haçlı askeri komutanları I. Louis Bavyeralı ve Töton Şövalyeleri Büyük Ustası Hermann von Salza altında, Haçlılar Kahire yolunda yürüyüşte iken ordudan ayrılıp Dimyat'a geri döndüler. Pelagius Kahire'ye ordunun yürümesinde ısrar edip bunun aleyhtarlarını aforoz etmek istemekteydi. Ama Dimyat geçici idarecisi Jean de Brienne bunu kabul etmedi.

Sultan Kamil ve kardeşi Suriye Sultan Muazzam Nil Nehri'nin tekrar sel getireceği dönemde kardeşleri Eşref'in El Cezire'den takviye birlikleri ile gelmesini beklemeye koyulup bu yürüyüşte olan Haçlı ordusu ile bir büyük silahlı çatışmaya girişmemeye ve oyalayıcı çöl savaşı taktikleri uygulamaya kararlıydılar. Pelagius ise geriye dönmeyen Haçlı ordusu ile Kahire üstüne hücuma devam etmeye karar verdi. Haçlı ordusu Nil Deltası'nın bir kolu üzerinde güneyde bulunan Mansure'ye doğru kuru bir nehir yatağı kenarından yürüyüşüne devam etti.

Kahire üzerine yürümekte olan Haçlılar Mansure kalesi önüne geldiklerinde Mısırlı öncü birlikler nehrin kanallarını tutan yüksek setleri yıktılar. Yıllık sel ile yükselen Nil Nehri, Mansure şehrinin etrafında bulunan ve sel zamanlarında suyla dolan nispeten düşük rakımlı ova ve Haçlılar ordusunun takip ettiği kuru nehir yatak kıyılarını nehir suları ile doldurmaya başladı. Haçlı ordusu bu sel sularıyla kaplanmaya başlanan ovada bulunan dar ve daha yüksekçe olan ada şeklini alan bir arazi parçasına çekilmek zorunda kaldılar. Sultan Kamil'in yeni yaptırdığı donanma filosu, buraya kadar gelmesi imkânı olan Haçlı gemilerinin Nil Nehri deltasına girmesine mani olmaktaydı. Haçlılar yürüyüşte levazım, erzak, iaşe ve silah ikmalini ya etraftaki yerel halktan zorla alarak veya Nil Nehri kolu üzerinde işleyebilen küçük gemilerle yapılabileceğini planlamışlardı. Fakat nehir sularının yükselmesi ile bu türlü ikmali yapmalarına imkân kalmamıştı. Papalık temsilcisi Kardinal Pelagius bu sırada komuta gücünü yetirdi. Hiçbir Haçlı birliği onun ilerleme komutlarına uymaz olmuştu. Haçlı ordusu alt komutanları açlık tehlikesi dolayısı ile çaresizlik içinde kalarak Sultan Kamil'e teslim olmaya karar verdiler.

Haçlıların teslim olmak için müzakere etme teklifi Eyyubiler ordugahına erişince Eyyubiler üst komutanları arasında bir ihtilaf olduğu ortaya çıktı. Suriye Sultanı Muazzam bin Adil ve Elcezire emiri Eşref bin Adil bu Haçlı ordusunun tamamıyla imha edilmesine taraftardılar. Fakat Sultan Kamil değişik alternatif düşünmekteydi. Dimyat kalesinin, bu kalede geride kalan Haçlılar tarafından daha da pekiştirilmiş ve uzun bir kuşatmaya dayanabilecek hale getirilmiş olduğu casuslar vasıtası ile öğrenilmişti. Sultan Kamil selde mahsur kalan Haçlı ordusunun imha edilmesinin Dimyat'taki Haçlıların daha ciddi olarak direnmelerine neden olabileceğini düşünmekteydi. Eğer Dimyat kalesi kuşatmaya alınıp bu kuşatma uzun sürerse Avrupa'dan yeni bir Haçlı ordusu gelmesi olasılığı da çoğalmaktaydı. Zaten Sicilya Kralı ve imparator II. Friedrich'in Haçlı seferine çıkma hazırlıklarının ileri seviyede olduğu da duyulmuştu. Sultan Kamil yapılan bir harp meclisinde bu fikirlerini diğer komutanlara kabul ettirdi ve sel sularından mahsur kalan Haçlı ordusunun teslim olması için, Sultan Kamil'in eski tekliflerinin bazılarını de içeren, bir antlaşma teklifi yapılması kabul edildi.

Haçlılar bu teklifleri kabul ettiler ve bir teslim antlaşması yapıldı. Bu teslim antlaşma şartlarına göre adada mahsur kalan Haçlı esir olarak teslim olacaklardı. Dimyat kalesindeki Haçlı savunucular da bu kaleyi Sultan Kamil'e terk edeceklerdi. Bu kale boşaltılıp Sultan Kamil'e tamamen teslim edilince, esir olmuş Haçlılar geri verilecekti. Bu şartlara ek olarak Eyyubiler ile Haçlılar arasında 8-yıl yürürlükte kalacak bir barış antlaşması imzalanacaktı. Son olarak Sultan Kamil, eğer bulunursa "Gerçek istavrozu" da Haçlılara teslim edecekti. Fakat bu son şarta uyulmadı; çünkü aramalara rağmen gerçek istavrozun kaybolmuş olduğu anlaşıldı.

Sonuçlar

Yirminci yüzyılda Haçlı seferleri hakkında gayet ayrıntılı ve derin bir araştırmacı olarak kabul edilen Fransız tarihçisi Grousset, Avrupalı Haçlılar açısından bu seferin sonuçlarını şöyle özetlemiştir:

Bu Haçlı seferi Hristiyan Haçlılar için tamamıyla başarısız olmuştur. Haçlılar hiçbir gelişme sağlayamamışlardır. Haçlı ordusunun önemli sayılabilecek kısmı ise teslim olmuştur. Haçlılar imzalanan teslim olma antlaşması ile felaketin eşiğinden geri dönmüşlerdir. Bu Haçlı seferi Orta Doğu'da Frank Kutsal ülkeleri arazilerine yerleşmiş olan Hristiyan Franklar ile Avrupa'dan gelen Hristiyan Haçlı güçleri düşünce ve tavırları arasında büyük bir uçurum olduğunu açıkça ortaya çıkartmıştır. Avrupa'dan gelenler Müslümanlara karşı hiç müsamaha tanımadan onları öldürmek; Kudüs'ü ve etrafını Hristiyan olmayanlardan tamamıyla temizlemek ve Filistin, Suriye ve hatta Mısır'da yeni Hristiyan koloniler kurmak hedefini gütmekte idiler. Orta Doğu'ya yerleşmiş olan Latinler ise sayılarının azlığı dolayısıyla Orta Doğu'da bulunan politik gerçeklere uymak istemekteydiler. Beşinci Haçlı Seferi Batı Avrupa'nın (1220'den itibaren Papalık Devleti ve Katolik kilise halkının ve daha sonra Almanya Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun) Suriye, Filistin ve Mısır'da gelişmiş Latin kurumları ve politik gerçekleri hiç göz önüne almadan kendi bildiklerini yapmaya kararlı olduklarını açıkça ortaya çıkartmıştır.

Bu Haçlı Seferi'nin kültürel yankıları

Bu Haçlı Seferi'nin tüm başarısızlığı Avrupa edebiyatında yansımıştır. Örneğin bu dönemde yaşayan ünlü Okitanyalı şair Guilhem Figueira bu fiyaskoyu ortaya çıkartan papalık temsilcisi Pelagius ve papa aleyhinde gayet cesur ve şiddetli tenkitler içeren şiirler yazmıştır. Daha ılımlı bir ünlü Okitanyalıı sair olan Görmonda de Monpeslier ise Papa'ya karşı tenkitlere cevap veren "Greu m'es a durar" adlı ünlü şarkı şiirini hazırlamış ve bu şiirde Papa ve temsilcisi Pelagious yerine bu fiyaskonun sorumluluğunu "kötülerin aptallıkları" nedenine yüklemiştir.

Ayrıca bakınız

  • Eyyubiler
  • Kamil bin Adil

Kaynakça

Özel
Genel
  • Runciman, Steven (1992). "Akka Krallığı ve Haçlı Seferleri". Haçlı Seferleri Tarihi. III. Işıltan, Fikret tarafından çevrildi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. ISBN 975-16-0511-3. 
  • Grousset, Rene (1936). "1188-1291 L'anarchie franque". Histoire des Croisades et du royaume franc de Jérusalem (Fransızca). III. Paris: Perrin. ISBN 2-262-02569-X. 
  • Tyerman, Christopher (2006). God's war: a new history of the Crusades (İngilizce). Harvard University Press. ISBN 0-674-02387-0. 
  •  Önceki cümlelerden biri veya birkaçı şu anda kamu malı olan yayından metin içerir:  Herbermann, Charles, (Ed.) (1913). "Fourth Lateran Council (1215)". Katolik Ansiklopedi (İngilizce). New York: Robert Appleton Company. 
  • Richard, Jean (1999). The crusades, c 1071-c. 1291 (İngilizce). s. 298. 

Konuyla ilgili yayınlar

  • Demirkent, Işın, (1997) Haçlı Seferleri, İstanbul:Dünya Yayıncılık, ISBN 975-7632-54-6
  • Maalouf, Amin (Tr. çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (1998),Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul:Telos Yayıncılık ISBN 975-545-092-0

Dış bağlantılar


Text submitted to CC-BY-SA license. Source: Beşinci Haçlı Seferi by Wikipedia (Historical)